Atsız'ın babası Gümüşhane'nin Midi köyünün Çiftçioğulları ailesinden Deniz Güverte Binbaşısı Mehmet Nail Bey, annesi Trabzon'un Kadıoğulları ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fevzi Bey'in kızı Fatma Zehra Hanım'dır.[14]
Çiftçioğulları ailesinin tespit edilen soy atası 19. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen Ahmed Ağa'dır.[kaynak belirtilmeli] Ahmet Ağa'nın üçüncü çocuğu olan Hüseyin Ağa ise 1850-1852 sıralarında deniz eri olarak İstanbul'a gelmiş, okumayı ve yazmayı asker ocağında öğrenmiş, askerliğinin sonunda da teskere bırakarak Donanma-yı Hümayun'da kalmış ve makine önyüzbaşlığına Çarkçı Kolağalığı'na terfi etmiştir. Hüseyin Ağa'nın çocuğu Mehmet Nail Bey de Osmanlı Donanması'na girmiş ve Deniz Kuvvetlerinde Deniz Güverte Binbaşılığı'ndan emekli olmuştur.[kaynak belirtilmeli]
Mehmet Nail Bey'in ilk eşi Fatma Zehra Hanım'dan üç çocuğu olmuştur. 12 Ocak 1905'te Hüseyin Nihal (Atsız), 1 Mayıs 1910'da Ahmet Nejdet (Sançar) ve Aralık 1912'de Fatma Nezihe (Çiftçioğlu) dünyaya gelmiştir.
1930 yılında ilk eşinin damar sertliğinden ölümü üzerine Mehmet Nail Bey, 1931 yılında yeniden evlenmiştir. İkinci eşinin adı da Fatma Zehra'dır. İkinci eşinden 1932 yılında Necla (Çiftçioğlu) adlı bir kızı olan Mehmet Nail Bey ikinci eşiyle geçinememiş ve iki yıl sonra ayrılmıştır.
Hüseyin Nihâl Atsız, 12 Ocak 1905'te İstanbul'da doğdu.
İlköğrenimini Kadıköy'deki çeşitli okullarda, orta öğrenimini Kadıköy ve İstanbul Sultanilerinde (İstanbul Lisesi) yaptı. Buradan mezun olunca Askerî Tıbbiye'ye yazıldı.
Atsız, 1922 yılında[17]Askerî Tıbbiye'ye kaydolduğu çağlarda Türkçülük fikrinin etkisi altına girmeye başladı. Ziya Gökalp'ın cenaze töreninin yapıldığı günün gecesi Türkçülük düşüncesine karşı olan öğrencilerle kavga ettiği için okul yönetimince cezalandırıldı ve daha sonra aralarında birtakım sorunlar yaşanan Arap asıllı BağdatlıMesut Süreyya Efendi adlı bir mülazıma (teğmen) selam vermediği gerekçesiyle 3. sınıf talebesiyken 4 Mart 1925 tarihinde Askeri Tıbbiyeden atıldı.
Bu olaydan sonra üç ay kadar Kabataş Erkek Lisesinde yardımcı öğretmenlik yapan Atsız, daha sonraları Deniz Yolları'nın Mahmut Şevket Paşa adlı vapurunda kâtip muavini olarak çalıştı ve bu vapurla İstanbul - Mersin arasında birkaç sefer yaptı.
Üniversite yılları
1926 yılında İstanbul Dârülfünûnunun Edebiyat Fakültesinin Edebiyat Bölümüne ve İstanbul Dârülfünûnunun yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebine kaydolan Atsız, bir hafta sonra askere çağrıldı ve askerliğini 28 Ekim 1926 ile 28 Temmuz 1927 tarihleri arasında İstanbul'da Taşkışla'da 5. piyade alayında er olarak yaptı.
Ahmet Naci adlı arkadaşı ile birlikte hazırladığı "Anadolu'da Türklere Ait Yer İsimleri" adlı makalenin Türkiyat Mecmuası'nın ikinci cildinde yayınlanması üzerine hocası Mehmet Fuad Köprülü'nün dikkatini çeken Atsız, 1930 yılında Edirneli Nazmî'nin divanı üzerinde mezuniyet çalışması yaptı ('Divân-ı Türkî-i Basit, Gramer ve Lügati', 1930, 111 s. Türkiyat Enstitüsü Mezuniyet Tezi, no 82). Aynı yıl Edebiyat Fakültesinden mezun oldu.
Mezuniyetinden sonra Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. Mehmet Fuad Köprülü, Maarif Vekâletinde Atsız için girişimde bulunarak, Yüksek Muallim Mektebini öğrenci olarak bitirdiği için, liselerde yapması gereken 8 yıllık mecburi hizmetini affettirmiş ve 25 Ocak 1931'de Atsız'ı kendisine asistan olarak almıştır.
Atsız, yine 1931 yılında Dârülfünûnun felsefe bölümünden mezun olan ilk eşi Mehpare Hanım ile evlenmiş, ancak 1935 yılında ayrılmıştır.[18]
Atsız, 15 Mayıs 1931'den 25 Eylül 1932 tarihine değin Atsız Mecmua'yı çıkarmaya başladı. Mehmet Fuad Köprülü, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan gibi yazın ve tarih bilginlerinin de içinde bulunduğu bir kadro ile yayın hayatına atılan bu Türkçü ve Köycü dergi, devrinde bilim, düşünce ve sanat alanında çok etki yaratan Türkçü bir çığır açmış, Cumhuriyet çağı Türkçülüğünün öncüsü olmuştur.
Atsız, kendini tanıtmaya başlayan ilk yazılarını "H. Nihâl" imzasıyla, öykülerini de "Y.D." imzasıyla, bu dergide yayımlamaya başlamıştır. 1932 Temmuz'unda Ankara'da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi sırasında, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'a Dr. Reşid Galib'in yaptığı eleştiriler üzerine Atsız, içerisinde ikinci eşi Bedriye Atsız ile Pertev Nâilî Boratav'ın da bulunduğu 8 arkadaşı ile, Dr. Reşid Galib'e "Zeki Velîdî'nin talebesi olmakla iftihar ederiz" diyen bir protesto telgrafı çekmiş ve bu telgraf üzerine de Reşid Galib'in tepkisini üzerine çekmiştir.
19 Eylül 1932'de Reşid Galib, Maarif Vekili olmuştu. Kısa bir süre sonra da Mehmet Fuad Köprülü'nün dekanlıktan ayrılması üzerine Edebiyat Fakültesi Dekanlığına vekâleten bakan Ali Muzaffer Bey asâleten tâyin edilmiştir. Reşid Galib, Atsız Mecmua'nın 17. sayısındaki 'Dârülfünûn'un Kara, Daha Doğru Bir Tabirle, Yüz Kızartacak Listesi' adlı makalesi nedeniyle Edebiyat Fakültesi Dekanına baskı yaparak, 13 Mart 1933 tarihinde Atsız'ın üniversite asistanlığına son vermiştir.
Memurluğu
Üniversite asistanlığından çıkarılan Atsız, Malatya Ortaokuluna Türkçe öğretmeni olarak atanmıştır. Malatya'da kısa bir süre (8 Nisan 1933-31 Temmuz 1933) Türkçe öğretmenliği yapan Atsız, buradaki görevinin ardından Edirne Lisesi edebiyat öğretmenliğine atanmıştır. Atsız'ın Edirne'deki edebiyat öğretmenliği de 3-4 ay gibi kısa bir süre sürmüştür (11 Eylül 1933-28 Aralık 1933).
Atsız, Edirne'de iken Atsız Mecmua'nın devamı niteliğindeki aylık Türkçü dergi Orhun'u (5 Kasım 1933-16 Temmuz 1934, sayı 1-9) yayımlamıştır. Orhun dergisinde, Türk Tarih Kurumunca çıkarılan ve liselerde ders kitabı olarak okutulan dört ciltlik tarih kitaplarında bulunduğunu iddia ettiği yanlışları ağır bir biçimde eleştirdiği için 28 Aralık 1933'te bakanlık emrine alınmıştır ve Orhun dergisi de 9. sayısında Bakanlar Kurulu kararı ile kapatılmıştır.
Dokuz ay bakanlık emrinde kalan Atsız, 9 Eylül 1934 tarihinde Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu'na Türkçe öğretmeni olarak atanmıştır.
Şubat 1936'da ikinci eşi olan Bedriye Hanım ile evlenen Atsız'ın bu evlilikten 4 Kasım 1939 tarihinde Yağmur Atsız ve 14 Temmuz 1946 tarihinde de Buğra Atsız adlı iki oğlu olmuştur. Atsız, ikinci eşi Bedriye Atsız'dan da Mart 1975'te ayrılmıştır.
Atsız, Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulunda Türkçe öğretmeni olarak yaklaşık 4 yıl çalışmış ve 1 Temmuz 1938 tarihinde bu görevinden ihraç edilmiştir.
Bunun üzerine Özel Yüce-Ülkü Lisesine geçen Atsız, burada 1937 yılından 1939 yılının Haziran ayının sonuna değin edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Atsız, 19 Mayıs 1939 ile 7 Nisan 1944 tarihleri arasında yine özel bir lise olan Boğaziçi Lisesinde edebiyat öğretmenliğinde bulunmuştur.
Atsız, Boğaziçi Lisesinin Türkçe öğretmeni iken Basın ve Yayın Genel Müdürü Selim Sarper'in de teşvikiyle Orhun dergisini (1 Ekim 1943-1 Nisan 1944, sayı:10 ile 16 arası, 7 sayı) yeniden yayınlamaya başlamıştır.
II. Dünya Savaşı sürerken Türkiye'de komünist etkinliklerinin arttığını düşünen Atsız, Orhun'un Mart 1944'te yayımlanan 15. sayısında, daha önce 5 Ağustos 1942 tarihli meclis konuşmasında "Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir." diyen devrin Başbakanı Şükrü Saracoğlu'na hitaben bir açık mektup yayımladı.
Atsız, Nisan 1944'te yayımlanan 16. sayıda, Şükrü Saracoğlu'ya hitaben ikinci açık mektubunu yayımlayarak Ahmed Cevat Emre, Pertev Nâilî Boratav, Sabahattin Ali ve Sadrettin Celâl Antel'in Marksist etkinliklerde bulunduklarını ve Millî Eğitim Bakanı'nın "komünistleri kolladığını" ileri sürerek devrin Millî Eğitim BakanıHasan Âli Yücel'i istifaya çağırdı. Bu ikinci açık mektup, Türkçü çevreler içinde büyük bir kaynamaya neden olarak başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok kentte, Komünizm karşıtı gösterilere yol açtı. Bunun üzerine Hasan Âli Yücel, 7 Nisan 1944'te Atsız'ın Boğaziçi Lisesindeki edebiyat öğretmenliğine son verdi.
Orhun dergisi de Bakanlar Kurulu kararı ile yeniden kapatıldı. Sabahattin Ali'nin arkadaşı ve Atsız'ın da yakın arkadaşı olan Ankara Musiki Muallim Mektebi Müdürü Orhan Şaik Gökyay'ın arabuluculuğuna karşın dava açmak zorunda kaldı. Aleyhine dava açılan Atsız, trenle Ankara'ya gitti ve Türkçü gençlerce istasyonda karşılanarak bir otelde misafir edildi.
Hakaret davasının 26 Nisan 1944 günü yapılan ilk oturumu olaylı geçti. Bunun üzerine 3 Mayıs 1944 tarihinde yapılan ikinci oturuma üniversite öğrencileri alınmamış, bu yüzden de öğrenci gösterileri olmuş ve yüzlerce kişi tutuklanmıştır. Davanın 9 Mayıs 1944 günü yapılan karar oturumunda, Sabahattin Ali'ye "vatan haini" dediği için 6 aya mahkûm edilen Atsız'ın cezası hâkim tarafından "millî tahrik" gerekçesi ile 4 aya indirilmiş ve 4 aylık bu ceza da ertelenmiştir. Atsız, cezasının ertelenmesine karşın 9 Mayıs 1944 tarihinde mahkemenin kapısından çıkarken tutuklanmıştır.
19 Mayıs 1944 törenlerinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Atsız ve arkadaşlarını ağır biçimde eleştiren bir söylev vermiş ve bu söylev üzerine Atsız ve 34 arkadaşı İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinde yargılanmaya başlanmışlardır. Aralarında Alparslan Türkeş gibi subay, üniversite profesörü, öğretmen, doktor ve üniversite öğrencilerinin de bulunduğu sanıklar, sorguya çekilmişler; Atsız dahil sanıklar, daha sonra tabutluk diye adlandırılan hücrelerde işkence gördüklerini belirtmişlerdir. 7 Eylül 1944 günü yargılama başlamış, 'Irkçılık-Turancılık davası' adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlanmış ve Atsız 6 yıl 5 ay hapse mahkûm olmuştur.
Atsız, bu kararı temyiz etmiş ve Askerî Yargıtay, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinin kararı esastan bozmuştur. Böylece Atsız, bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra, 23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilmiştir.
5 Ağustos 1946 tarihinde 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinde tutuksuz olarak başlayan Atsız ve arkadaşlarının davası (bu dava Kenan Öner-Hasan Âli Yücel davası adı ile tanınmıştır)[kaynak belirtilmeli], 31 Mart 1947 tarihinde sonuçlanmış ve 29 oturum devam eden mahkemede bütün sanıkların beraatına karar verilmiştir.[19][20] Bu dava ile ilgili Hayri Yıldırım tarafından 3 Mayıs 1944 Irkçılık Turancılık Davası adında bir kitap yazılmıştır.
Dava sonrası
Nisan 1947'den Temmuz 1949'a değin kendisine iş verilmeyen Atsız, Ekim 1945-Temmuz 1949 tarihleri arasında geçinmek için kitaplarından bazılarını satmak zorunda kalmıştır. Bir süre Türkiye Yayınevinde çalışan Atsız, Türk-Rus savaşlarının özeti olan "Türkiye Asla Boyun Eğmeyecektir" adlı kitabını da İ. Süruri Ermete adıyla yayınlamak zorunda kalmıştır.
Atsız'ın sınıf arkadaşlarından Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu Millî Eğitim Bakanı olunca, Atsız'ı 25 Temmuz 1949'da Süleymaniye Kütüphânesi'ne "uzman" olarak tayin etmiştir.
Bir süre bu görevde çalışan Atsız, Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden sonra 21 Eylül 1950'de Haydarpaşa Lisesine edebiyat öğretmeni olarak atanmıştır.
4 Mayıs 1952'de Ankara Atatürk Lisesinde vermiş olduğu "Türkiye'nin Kurtuluşu" konulu bir konuşma üzerine Cumhuriyet gazetesi, Atsız'ın aleyhine haberler yayımlamıştır. Hakkında Bakanlık tarafından soruşturma açılan Atsız'ın konuşmasının bilimsel olduğu saptanmıştır. Ancak Atsız, 13 Mayıs 1952'de Haydarpaşa Lisesindeki edebiyat öğretmenliği görevinden "muvakkat" kaydı ile alınarak yine Süleymaniye Kütüphânesindeki görevine atanmıştır.
31 Mayıs 1952'den başlayarak emekliliğini istediği 1 Nisan 1969 tarihine değin Süleymaniye Kütüphanesinde çalışan Atsız'ın en uzun süreli memuriyeti bu kütüphanedeki memuriyet olmuştur.
Atsız, 1950-1952 yıllarında yayımlanan haftalık Orkun dergisinin başyazarlığını yaptı. 1962'de kurulan Türkçüler Derneğinin genel başkanlığını üstlendi. 1964'ten ölümüne değin Ötüken dergisini yayımladı.
Devrin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Gaziantep'e giderken bir işçinin kendisine "İdareciler Araplara toprak veriyorlar, biz Türklere vermiyorlar." sözlerine karşılık, "Türk topraklarında yaşayan herkes Türk’tür." demiş; Atsız bunun üzerine, Ötüken'in Nisan 1967'de yayımlanan 40, sayısından başlayarak "Konuşmalar, I" (Sayı 40), "Konuşmalar, II" (Sayı 41), "Konuşmalar, III" (Sayı 43), "Bağımsız Kürt Devleti Propagandası" (Sayı 43), "Doğu Mitinglerinde Perde Arkası" (Sayı 47) ve "Satılmışlar-Moskof Uşakları" (Sayı 48) adlarıyla yayımladığı seri makalelerinde, Marksistlerin doğu bölgelerinde gizli çalışmalarda bulunduklarını öne sürmüştür. Bu yazılarına ilişkin savcılıkça soruşturma açılmış ancak Atsız'a hiçbir suçlamada bulunulmamıştır.
Ancak bu yazılar üzerine, Ankara sokaklarında Atsız aleyhine hazırlanmış, ayrılıkçılığı ilan eden bildiriler dağıtılmış[kaynak belirtilmeli] ve aynı günlerde Adalet Partisi'nin Diyarbakır senatörlerinden birisi, Senato kürsüsünden Atsız aleyhine ağır bir konuşma yapmıştır.
Hasan Dinçer'in Adalet Bakanı olduğu dönemde, bakanlık soruşturma açmış ve Atsız mahkemeye verilmiştir. Davanın sürdüğü 6 yıl içerisinde 12 Mart (1971) muhtırası verilmiş ve arkasından sıkıyönetim ilan edilmiştir.
Uzun duruşmalardan sonra mahkeme, Ötüken'in sahibi Atsız'ı ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Mustafa Kayabek'i on beşer ay hapse mahkûm etmiştir. Mahkeme başkanının karara katılmadığı ve 2-1'lik oy çoğunluğuyla verilen bu karar, üst mahkemeye taşınıncaYargıtay tarafından bozulmuştur. Ancak aynı mahkeme 2-1'lik kararda diretince Yargıtay kararı onaylamıştır. Atsız ve Mustafa Kayabek "Tashih-i karar" isteğinde bulunmuşlar ancak bu istekleri mahkemece kabul edilmemiştir. Böylece mahkûmiyet kararı kesinleşmiştir.
Kronik enfarktüs, yüksek tansiyon ve ağır romatizmadan rahatsız olduğu için Haydarpaşa Numune Hastanesine yatan Atsız'a, Haydarpaşa Numune Hastanesi tarafından "cezaevine konulamayacağı" kaydı bulunan rapor verilmiştir. Ancak 4 aylık bir rapor Adlî Tıp tarafından kabul edilmemiş ve "reviri olan cezaevinde kalabilir" biçiminde değiştirilmiştir.
Bunun üzerine infaz savcılığı 14 Kasım 1973 Çarşamba günü sabahı Atsız'ı evinden aldırarak Toptaşı Cezaevine sevk etmiştir. 40 kişilik adi suçlular koğuşuna konulan Atsız, bir süre sonra reviri olan Sağmalcılar Cezaevine nakledilmiştir.
Atsız, kesinleşen 1.5 yıllık cezasını çekmek için hapse girince, üniversite hocaları ve öğrencilerinden oluşan bir grup Cumhurbaşkanı'na başvurup Atsız'ın bağışlanmasını istemiştir.
Atsız, suç işlemediğini belirterek kendisi adına bağışlanmak istememesine karşın Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, kendi yetkisini kullanarak Atsız'ın cezasını bağışlamıştır.
22 Ocak 1974'te Sağmalcılar Cezaevinden tahliye edilen Atsız,[21] bir buçuk yıllık cezasının iki buçuk ayını cezaevinde geçirmiştir.
İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın deyişiyle "Atlıyı atından indirecek derecede şiddetli yazılar yazan"[22] Atsız, ateşli ve keskin bir biçeme sahipti.
Ölümü
Atsız, 1975 yılının Kasım ayının ortalarında hasta olduğundan kuşkulanmış ancak yapılan muayene ve testler sonucunda bir hastalık bulunamamıştır. 10 Aralık 1975 Çarşamba akşamı kalp krizi geçirmiş, gelen doktor infarkt olduğunu anlayamamıştır. Nihal Atsız, 11 Aralık 1975 Perşembe akşamı saat 20.00'de geçirdiği kalp krizi sonucu öldü.[23][24]
Osmanağa Camiinde cenaze namazı kılındıktan sonra İmam'ın ''Merhumu nasıl bilirdiniz?'' sorusuna Fethi Gemuhluoğlu yüksek sesle: ''Bu musalla taşı, Atsız kadar gerçek bir er kişiyi az görmüştür, hoca efendi!'' demiştir.[27]
Görüşleri
Siyasal
Nihal Atsız, çocukluk döneminde Osmanlı İmparatorluğu'nun son birkaç yılına, gençlik döneminde ise Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarına tanıklık etmişti. Yaşadığı dönemde yükselişe geçmiş olan Türk milliyetçiliğinin etkisi altına girmiş ve bu düşünce akımının sıkı bir savunucusu olmuştur. Atsız, kendisini Türkçü, milliyetçi ve Turancı[28] olarak tanımlamıştır. Türkiye'de 1960'lı ve 1970'li yıllarda çokça destekçi bulmuş olan sosyalizm akımına ve gelenekçiliğe şiddetle karşı çıkmıştır ve bu akımların karşısında bulunmuştur. Türk-İslam sentezini savunan Ülkücülerle ortak çalışmada bulunmamıştır ve Türkçülüğün savunucusu olmuştur.
Yaşamı boyunca sol görüşlü kimselerce kendisine pek çok kez "faşist" olduğu suçlamasında bulunulmuştur ancak Atsız kendisinin bir faşist olmadığını, yalnızca bir Türkçü-Turancı olduğunu yinelemiştir.
Nihal Atsız Nazi hükûmetinin sempatizanı olmakla[29][30] ve Türk hükûmetini devirmeyi tasarlamakla da suçlandı.[31]
Hakkımda türlü türlü sözler söyleyen insanlara ve hakiki fikrimi soranlara şunu söylemek isterim ki ben ne faşistim, ne demokratım. Ben, yabancı kaynaklı hiçbir fikri benimsemeye tenezzül etmeyecek kadar millî şuur ve gurura malik bir Türk’üm. Siyasi, içtimai mezhebim Türkçülüktür.
Gençliğine ait bir fotoğrafındaki saçlarını tarayış biçiminden dolayı Adolf Hitler'e özendiği iddiasında bulunan kimselere yanıt olarak şunları yazmıştır:
...Hamit Şevket bunları biliyor mu? Bilmiyorsa benim Hitlerizme tabi bir adam olduğuma nereden hükmeder? Saçlarım benzermiş... Bu ahmakça iddia yıllardan beri birçok budalalar tarafından aleyhimde delil gibi kullanıldı. Hatta evimde Hitler'in resminin asılı olduğu bile söylendi. Ben, dışarıdan gelmiş hiçbir fikri kabul etmeğe tenezzül etmiyecek kadar millî gurur ve şuura sahip olduğumu, içtimai mezhebimin Türkçülük olduğunu vaktiyle yazarak ilan ettim. Daha ne yapabilirim? Saçım Hitlerinkine benziyormuş diye beni Hitlerci sanacak kadar budalalık gösteren binlerce, belki onbinlerce zavallıya ayrı ayrı mektup yazamam ya... Hamit Şevket asla unutmasın ki bu vatana bağlılıkta kendisini benimle bir tutamaz. Çünkü ondan fazla olarak ben bu toprağa ecdadımın kanı ve hatırasıyla bağlıyım.
Atatürk'ün "Yurtta barış, dünyada barış" ilkesini "milletin manevi enerjisini söndürmek" olarak yorumladı. "Millî ülkünün üçüncü merhalesi" ilkesini tanımlarken "Milletler kendi soylarını yeryüzüne yayıp hâkim kılmak için istilâ ve fütuhat yapmak mecburiyetindedirler" sözlerini kullandı. Ayrıca II. Dünya Savaşı'nın son günlerinde Almanya'ya savaş açılmasını "Türk tarihinde görülmemiş bir kancıklık" olarak değerlendirdi.[32]
Atsız, parti bağnazlığına karşı çıkmıştır. Ona göre, bir ülkü sahibi olmayan siyasi partiler Türkçülüğe hizmet etmeyeceklerdir çünkü siyasi partilerin varlığı kalıcı değildir. Bağnazı olunabilecek şey, fikirlerdir; partiler değildir. Bunu Türkçülük ve Siyaset adlı makalesine açıklamıştır.[33] Atsız'ın bazı görüşleri:
Partilerde ülkü yoktur. İktidara geçmek veya orada kalmak için en aşırı tavizlerden çekinmezler.
Türkçüler bugünlük ancak Türkçü karakteri olan partileri tutarlar. Türkçülük’ten sapan veya taviz veren hiçbir parti Türkçüler’ce tutulmaz, tutulamaz. Türkçülüğün ne olduğu açık, seçik ortada bulunduğu için bugünkü tutumları ile hiçbir parti Türkçü değildir.
İsmet İnönü hükûmetine şiddetle karşı çıktı. Komünistlerle iş birliği yaptığı için eleştirdi.[34] İsmet İnönü için Demokrat Parti'nin 1950 Türkiye genel seçimlerinden sonra iktidara gelmesinin ardından yazdığı makalede "Moskof hayranı milli şefleri çürük bir tahta gibi yıkılıp bir paçavra gibi kenara atıldı."[35] ifadelerini kullandı.
Nihal Atsız, Kemalizm'i Türkçülük gibi yerli bir düşünce olmaktan uzakta, dış kaynaklı bir safsata olarak gördü. Kemalistleri "inkılâp yobazları" olarak tanımladı.[35] Kemalizm'i eleştirirken görüşlerini şöyle ifade etti:
...Kemalizm denilen muazzam safsata kısmen Fransa kısmen de İtalya ve Rusya’dan alınmak suretiyle dış alemin bir değil, birkaç merkezine birden bağlı olan, bu suretle diğerlerden daha çok ve karmakarışık bir şekilde dışarıya bağlı bulunan bir ucubedir.[36]
Atsız, Demokrat Parti'nin 1950 Türkiye genel seçimlerini kazanmasından öncesini, 1923-1950 arasını, gayrimeşru ve müstebit (zorba) bir diktatörlük olarak tanımlar. Bu görüşlerini yazdığı makalesinde "Türkiye Cumhuriyeti 1950 yılında kurulmuştur." ifadelerini kullandı.[37]
Dinî
Ötüken dergisinin 1970 yılında yayımlanmış 11. sayısındaki "Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir" adlı makalesinde Atsız, Tanrı'nın insan algısının dışında yer aldığını ve dinlerin insan ürünü olduğunu ifade eder:[12]
Tanrı, ne din kitaplarının anlattığı gibi insan şeklinde, ne de göklerin bir yerindeki tahtının üzerindedir. Onun nasıl olduğunu, ne olduğunu bilmeye imkân yoktur. Olsaydı din bilginleri asırlar boyunca birbirine girmezdi. Tevrat’ın Tanrı ile insanı aynı şekilde tarif etmesi ne kadar iptidai ise, dünyadan 400 km yukarıya fırlatılan Rus astronotunun, uzayın sonsuz olduğunu unutarak “uzaya çıktım ama Tanrı’yı göremedim” demesi de o kadar budalacadır.
Tanrı insan idraki dışındadır. Kur'an, Muhammed'in talimatıdır. Bunun birçok delilleri vardır. Bir tanesi birçok yerinde aya, güneşe, fecre, atların köpüren ağızlarına yemin ve and verilmesidir. Yemini kim eder? İnsan eder ve kendisinden daha üstün bir varlığın adına eder, Tanrı yemin eder mi? Tanrı'dan daha üstün bir varlık olmadığına göre kendi yarattığı aya, güneşe neden yemin etsin? Görülüyor ki bu yeminler Muhammed'in gönlünden ve beyninden doğmadır ve hatta Araplar arasında İslamiyetten önceki zamanların usul ve adabınca edilmektedir.
Kur'an "âlemlerin sahibi olan Tanrı'ya hamd ederim" diye başlamaktadır. Belli ki bu söz de Muhammed'indir. Çünkü Tanrı, kendi kendisine hamd etmez. Müfessirler her ne kadar Tanrı "böyle diyin" demek istemiştir yolunda tevillere geçmişlerse de Kur'anın sonundaki küçük sûrelerde olduğu gibi, sûrenin başına bir "söyle, de ki" hitabını eklemeyi Tanrı düşünmez miydi?
Türkçülüğün öncülerinden olan Nihal Atsız, Turancı çevrelerce aynı zamanda güçlü bir Türklük bilimci olarak kabul edilir. Bu çevrelere göre Türk dilini, tarihini ve yazınını enikonu iyi bilen Atsız, özellikle Türk tarihinin Göktürk döneminde uzmanlaşmıştı. Çok sevdiği bu dönemi Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor adlı iki yapıt ile romanlaştırmıştır. Deli Kurt adlı romanı, Osmanlı tarihinin de Fetret Devri olarak bilinen döneminin romanlaştırılmış biçimidir. Ruh Adam romanının başkahramanı Selim Pusat'ın üzerinde Atsız'ı ve onun yaşamından bazı izleri görürüz. Yayımlanmamış yapıtlarının arasında II. Mahmut'tan Günümüze Kadar Osmanlı Hanedanı Tarihi adlı bir yapıtı da vardır.[38] Atsız şiirlerini Yolların Sonu adıyla tek kitapta toplamıştır. Ayrıca İki Onbaşı, Dönüş, Erkek Kız, Şehitlerin Duası, Her Çağın Masalı: Bozdoğlanla Sarı Yılan ve Dostum Esra gibi öyküleri de bulunmaktadır.[39]
Kaynakça
^"Bilgi". 31 Ekim 2015 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 14 Nisan 2016.
^"Hayatı". 4 Mart 2016 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 14 Nisan 2016.
^"Hayatı". 4 Mart 2016 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 14 Nisan 2016.
^Yaşlı, Fatih (2016). Türkçü Faşizmden "Türk-İslam Ülküsü"ne (2017 bas.). İstanbul: Yordam Kitap. s. 26. ISBN978-605-172-162-0.|erişim-tarihi= kullanmak için |url= gerekiyor (yardım)