Siyaset veya politika, gruplar arasında kararların alındığı veya bireyler arasındaki güç ilişkilerinin, kaynakların dağıtımı veya statü gibi diğer etkileşim biçimlerinin ilişkilendirildiği bir dizi faaliyeti ifade eder. Siyaset ve hükümeti inceleyen sosyal bilim dalı ise siyaset bilimi olarak adlandırılır.
Siyaset terimi, olumlu bir bağlamda "siyasi bir çözüm" olarak kullanılabileceği gibi uzlaşmacı ve şiddetsiz bir anlam taşırken, tanımlayıcı bir anlamda "hükümetin sanatı veya bilimi" olarak da kullanılabilir. Ancak sıklıkla olumsuz bir çağrışım taşır. Bu kavram çeşitli şekillerde tanımlanmıştır ve farklı yaklaşımlar, siyasetin yaygın veya sınırlı bir şekilde kullanılması gerekip gerekmediği, deneysel veya normatif bir şekilde ele alınıp alınmaması gerektiği ve çatışmanın mı yoksa işbirliğinin mi daha temel olduğu konularında temel farklı görüşlere sahiptir.[1][2]
Politikada bir dizi yöntem kullanılır, bunlar arasında kişinin kendi siyasi görüşlerini halk arasında tanıtması, diğer siyasi öznelerle müzakere, yasalar çıkarma ve içsel ve dışsal güç kullanma, rakiplere karşı savaş da dahil olmak üzere bulunur. Politika, geleneksel toplumların kabilelerinden ve kabilelerinden modern yerel hükûmetlere, şirketlere ve kurumlara kadar geniş bir sosyal seviyede icra edilir ve uluslararası seviyeye kadar uzanır.[3][4][5][6][7]
Modern ulus devletlerde insanlar genellikle fikirlerini temsil etmek için siyasi partiler kurarlar. Bir partinin üyeleri genellikle birçok konuda aynı pozisyonu almaya ve aynı yasa değişikliklerini ve aynı liderleri desteklemek üzerine uzlaşmışlardır. Seçim ise genellikle farklı siyasi partiler arasında bir yarışmadır.
Osmanlıca üzerinden Türkçeye geçen Siyaset sözcüğü ArapçaSeyis (At Bakıcısı) kelimesi ile bağlantılıdır. Türk dilleri içerisinde yer alan ve -At- kökünden türemiş olan "Atkarma" (siyaset, idare) ve "Atkarmak" (siyaset yapmak, idare etmek, icra etmek, muvaffak olmak) sözcükleri de benzer anlamları karşılamaktadır.[9][10] Bu bağlamda "Siyaset" (ve "Atkarma") sözcüğü aslında atın idare edilmesi manasına gelmektedir.
Osmanlıcada ise bu anlamlara ilaveten padişahın hükmettiği ölüm cezası anlamında kullanılır. Esasen İslam kamu hukukunun önemli bir unsuru olan “siyaseten katl”, Türk – İslam devlet nazariyesinde hükümdarın yetkisine bağlı olarak şekillenmiştir. Buna göre siyaseten katl, en genel tanımıyla İslam hükümdarının mutlak otoritesine dayanarak verdiği en ağır cezadır. Kavram bu haliyle, bir hükümdarın ülke idaresi ve politika zorunlulukları gereği hükmettiği ölüm cezasıdır. Kavram, İslam kamu hukukunda, özellikle de Osmanlı devlet düzeninde o denli yerleşmiştir ki siyaset sözcüğü tek başına, esas anlamının yanında ve pek çok kullanımda hükümdarın verdiği ölüm cezasını ifade eder.[11]
Yunan siyasal yaşamında ise siyaset, "polis"'e veya devlete ait etkinlikler biçiminde tanımlanmıştır.[12]Politika bilimi (politoloji) politik hareketler ve güç edinilmesi ve kullanımı konusunu inceler.
Siyasetin tarihi, insanlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar olan bir süreci kapsar ve modern hükûmet kurumları ile sınırlı değildir.
Tarih öncesi
Frans de Waal, şempanzelerin "etkili pozisyonlarını güvence altına almak ve sürdürmek için toplumsal manipülasyon" yoluyla politika yürüttüğünü savundu. Erken insan toplumsal organizasyon formlarında (bkz. kabileler ve aşiretler) merkezi politik yapılar eksikti. Bu durum devletsiz toplumlar olarak adlandırılır.[20][21]
İlk devletler
Antik dönemde, medeniyetler günümüz devletlerinin sahip olduğu kesin sınırlara sahip değildi ve sınırları daha doğru bir şekilde sınır bölgeleri olarak tanımlanabilirdi. Antik dönem Sümer ve erken dönem Mısır, sınırlarını tanımlayan ilk medeniyetlerdi. Ayrıca, 12. yüzyıla kadar birçok insan devlet dışı topluluklarda yaşıyordu. İnsanlığın yönetimi bu dönemlerde, göreceli olarak eşitlikçi gruplardan karmaşık ve yüksek derecede tabakalaşmış şefliklere kadar uzanmaktadır.
Devlet oluşumu
Devlet oluşumunun neden bazı yerlerde geliştiğini ancak bazılarında gelişmediğini açıklamak için genellemeleri açıklamaya çalışan birçok farklı teori ve hipotez bulunmaktadır. Diğer bilim insanları ise genellemelerin yararlı olmadığını ve her ilk devlet oluşumunun kendi başına ele alınması gerektiğine inanmaktadır.[22]
Gönüllü teoriler, çeşitli grupların, ortak bir rasyonel çıkar sonucunda devletler oluşturmak üzere bir araya geldiğini iddia eder. Bu teoriler genellikle tarımın gelişimine odaklanır ve bunun sonucunda ortaya çıkan nüfus ve organizasyonel baskıyı, devlet oluşumuna yol açtığını vurgular. Erken ve temel devlet oluşumunun en önemli teorilerinden biri, hidrolik hipotezdir ve devletin büyük ölçekli sulama projeleri inşa etme ve sürdürme ihtiyacının bir sonucu olduğunu savunur.[23][24]
Devlet oluşumunun tartışma teorileri, devletlerin oluşumunda bir nüfusun diğer bir nüfus üzerindeki çatışma ve egemenliği nüfuzlu bir faktör olarak kabul eder. Gönüllü teorilere karşı, bu argümanlar, insanların faydaları en üst düzeye çıkarmak için devlet oluşturmayı gönüllü olarak kabul etmediklerini, ancak devletlerin bir grubun diğerleri üzerinde bir tür baskısı nedeniyle oluştuğuna inanır. Bazı teoriler ise devlet oluşumu için savaşın kritik olduğunu savunur.[24]
Antik tarih
İlk devletler, yaklaşık M.Ö. 3000 civarında ortaya çıkan Sümerler ve Antik Mısır'ın devletleriydi. Antik Mısır, Kuzeydoğu Afrika'da Nil Nehri etrafında kurulmuş olup, krallığın sınırları Nil çevresine dayanmaktaydı ve vaha alanlarını da içermekteydi. Sümerler ise Güney Mezopotamya'da bulunuyor ve sınırları Basra Körfezi'ndenFırat ve Dicle nehirlerinin bazı bölgelerine kadar uzanıyordu.[25][25][26]
Mısırlılar, Romalılar ve Yunanlar, devletin siyasi bir felsefesini açıkça oluşturan ve siyasi kurumları rasyonel olarak analiz eden ilk insanlar olarak bilinirler. Buna kadar devletler, dini mitlerle tanımlanmış ve haklı çıkarılmıştır.[27]
Klasik Antikçağ'ın birçok önemli siyasi yeniliği, Yunan şehir-devletleri (polis) ve Roma Cumhuriyeti'nden gelmiştir. M.Ö. 4. yüzyıldan önce Yunan şehir-devletleri, özgür nüfuslarına vatandaşlık hakları tanımışlardır; Atina'da bu haklar, doğrudan demokratik bir hükûmet biçimi ile birleştirilmiştir ve siyasi düşünce ve tarih boyunca uzun bir ömre sahiptir.[28]
Modern devletler
1648 yılındaki Vestfalya Anlaşması, siyaset bilimcileri tarafından modern uluslararası sistem başlangıcı olarak kabul edilir ve dış güçlerin başka bir ülkenin iç işlerine müdahale etmekten kaçınması gerektiği prensibi ile tanınır. Başka ülkelerin iç işlerine müdahale etmeme ilkesi, İsviçre hukukçusu Emer de Vattel tarafından 18. yüzyılın ortalarında ortaya konmuştur. Devletler, uluslararası ilişkilerin devletler arasında bir sistem içindeki başlıca kurumsal temsilcileri haline geldi. Vestfalya Barışı, Avrupa devletlerine üst ulusal otorite dayatma girişimlerinin sona erdiğine dair bir işaret olarak kabul edilir. "Vestfalya" doktrini, devletleri bağımsız aktörler olarak tanıyan 19. yüzyıl düşüncesinin yükselmesiyle güçlenmiştir; bu düşünceye göre meşru devletler, dil ve kültürle birleşen insan gruplarına karşılık gelir.[29][30][31][32][33][34]
Avrupa'da, 18. yüzyıl boyunca klasik ulusal olmayan devletler çok uluslu imparatorluklardı: Avusturya İmparatorluğu, Fransız Krallığı, Macaristan Krallığı, Rus İmparatorluğu, İspanyol İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Britanya İmparatorluğu. Benzer imparatorluklar Asya, Afrika ve Amerika'da da mevcuttu; Müslüman dünyasında ise, Muhammed'in 632 yılındaki ölümünün hemen ardından Halifelikler kurulmuş ve bunlar çok etnikli çok uluslu imparatorluklara dönüşmüştür. Çok uluslu imparatorluklar, genellikle bir kral, imparator veya sultan tarafından yönetilen mutlak bir monarşiydi. Nüfus birçok etnik gruba aitti ve birçok dil konuşuyorlardı. İmparatorluk, genellikle bir etnik grubun egemenliğindeydi ve onların dili genellikle kamusal idarenin diliydi. Hükûmet ailesi genellikle, ancak her zaman, o gruptan geliyordu. Bazı daha küçük Avrupa devletleri etnik açıdan o kadar farklı değildi, ancak onlar da krallık tarafından yönetilen hanedan devletleriydi. Bazı daha küçük devletler hayatta kaldı, örneğin Liechtenstein, Andorra, Monako ve San Marino cumhuriyeti gibi bağımsız prenslikler.[35][36]
Çoğu teori, ulus devleti 19. yüzyıl Avrupa olayı olarak görür ve devlet tarafından zorunlu kılınan eğitim, kitlesel okur yazarlık ve kitle iletişimi gibi gelişmelerin bu olgunun ortaya çıkmasını kolaylaştırdığını öne sürer. Ancak, tarihçiler ayrıca Portekiz ve Hollanda Cumhuriyeti'nde nispeten birleşik bir devlet ve kimlik ortaya çıkmasını da belirtirler. Steven Weber, David Woodward, Michel Foucault ve Jeremy Black gibi bilim adamları, ulus devletin politik bir zeka veya bilinmeyen belirsiz bir kaynak sonucu olmadığını, aynı zamanda tarihsel bir tesadüf veya politik bir buluş olmadığını savunmuşlardır. Bunun yerine, ulus devlet, 15. yüzyıl politik ekonomi, kapitalizm, merkantilizm, siyasi coğrafya ve coğrafyanın yanı sıra kartografya ve harita yapım teknolojilerindeki ilerlemelerin tesadüfi bir yan ürünüdür.[24][37][38][39][40][41][42][43][44]
Eflatun veya Aristo'nun kurucuları olarak kabul edildiği bu gelenekte etik sorunları incelemek önceliklidir. Olması gerekenle ilgilenir. Günümüzde ise bu gelenek, "bireysel özgürlüğün sınırları ne olmalıdır?" "Devlete neden itaat etmeliyim?" gibi normatif sorunlarla uğraşır.
Deneyci gelenek
Deneyci geleneğin izlerini Aristo'dan, Montesquieu'ye kadar birçok siyaset bilimcide görürüz. Günümüzde özellikle Amerikalı siyaset bilimciler tarafından kullanılan bir çözümleme geleneğidir. Var olanı, işleyiş sisteminin ne olduğunu anlamaya çalışır. John Locke ve David Hume'un çalışmaları sayesinde yaygınlaşan DeneycilikAuguste Comte'un çalışmalarına bağlı olarak pozitivist şekilde değişmiştir. Deneycilik, sosyal bilimlerde de doğa bilimlerinin yöntemlerinin kullanılması gerektiğini savunur.
Bilimsel gelenek
Siyaseti bilimsel olarak ele alan ilk kişi Karl Marx'tır. 1870'lerde Avrupa şehirlerindeki üniversitelerde siyaset alanında kürsüler açılmıştır. Bu dönemde diğer sosyal bilimlerde olduğu gibi siyaset biliminde de davranışsalcı akım kendini göstermiş ve 1970'lere kadar bilimsel gelenek etkisini ağırlıklı olarak göstermiştir.
Yönetim
Siyaset, belli bir toplumda çatışma halinde olan düşüncelerin uzlaştırılması faaliyetidir. Bu uzlaştırma faaliyeti ise yönetim erkinin elde bulunması ile gerçekleşir.
Siyaset tarihine bakıldığında insanın ortaya çıkışı ile birlikte siyaset; yönetim sanatı da sahnede yerini almış ve binlerce yıl yöneten ve yönetilen arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi ile yönetsel gücün elde tutulması davranışlarına yön vermiştir.
Tüm medeni toplumlarda Antik Çağ'dan beri toplum yönetimi üzerine çalışma yapan düşünürler hep kendi çağlarının bir ütopyasının (mükemmel veya sadece daha iyi bir toplum oluşturmak için verilen çabaları tanımlamak için kullanılan bir terim) mücadelesini vermişlerdir.
Devlet
Tarım ve din toplumlarında modern anlamda devlet yoktu. Egemenlik kralın, hükümdarın, dini liderindi. Avrupa ve Amerika devrimleriyle mutlakıyetten meşrutiyete ve cumhuriyete yönelen devlet gücünü toplumsal sözleşmeye dayandırdı. Hukukiliği kabul ederek, bağımsız yargının denetimine izin verdi, meclis iradesini halkın iradesiyle bütünleştirdi. Kutsaldan bireye, vesayetçilikten özerkliğe, merkeziyetçilikten ademimerkeziyetçiliğe, devletçilikten piyasacılığa, ırkçılıktan çoğulculuğa, gizlilikten şeffaflığa doğru gelişti.
Kuvvetler ayrımı esasını ortaya atan Montesquieu 20 yıl üzerinde çalıştığı De l'esprit des lois adlı kitabında yasama, yürütme ve yargıyı birbirlerinden ayırmanın önemini vurgulamıştır.
Farklı politik toplumlardaki farklı pozitif hukuk sistemlerinin çok çeşitli faktörlere, örneğin, halkın karakterine, ekonomik koşullarla iklime, vs., göreli olduğunu söylemiştir. O, işte bütün bu temel koşullara, "yasaların ruhu" adını veren Montesquieu bu bağlamda, üç tür yönetim tarzını birbirinden ayırmış ve bu devletlere uygun düşen yönetici ilke, iklim ve topraktan söz etmiştir. Buna göre, despotizm büyük devletlere, sıcak iklimlere uygun düşer ve korkuya dayanır. Britanya örneğinde olduğu gibi, ne soğuk ve ne de sıcak olan bir iklimin hüküm sürdüğü, orta büyüklükteki devletlere uygun düşen yönetim biçimi, monarşidir; söz konusu yönetim biçimi, şan ve şerefe dayanır. Buna karşın, soğuk iklimlere ve küçük devletlere uygun düşen rejim, demokrasidir; demokrasinin yönetici ilkesi erdemdir.
Feodalizm
Feodal düzenin siyâsî yapısı bir piramit gibidir. En üstte kral (veya imparator), altında ise kendisine bağlı soylular bulunur. Bu soyluların altında daha alt soylular olur. Bu hiyerarşik düzenin en alt ve en geniş tabakasını serfler oluşturur.
Feodal sistemde sadece üretim araçları değil, askerî güç de feodal beyler arasında paylaşılmıştır. Donanımlı askerlerden oluşan merkezî bir ordunun kurulması kral açısından pahalı olduğundan, bu ihtiyacı feodal beyler karşılamıştır. Bu sebeple kralın savaşta başarılı olması, feodalitenin desteğine bağlıdır.
İktidar kavramı birey veya topluluğun başka birey veya topluluk üzerinde kendi istediklerini yapabilme veya yaptırabilme gücüdür. Siyaset disiplini içerisinde iktidar daha genel bir anlam yüklenmiş ve bir devletin içindeki tüm birey ve gruplar üzerindeki hakimiyeti kapsamıştır. Siyâsî iktidarı diğer iktidar unsurlarından ayıran en önemli özellik ise meşru olma gücüdür.
Meşruiyet siyasi iktidarı, yönetilenler için makul seviyede olması için, halkın rızasına dayandırmasıdır.Bir diğer deyişle iktidar ile toplum arasında karşılıklı rıza ile yapılan sözleşmedir.
Egemenlik kavramı Latince superanus olup "en üstün iktidar" anlamına gelmektedir. Siyaset disiplini literatürüne sokan Bodin'dir. Jean Bodin egemenlik için 'birçok ailenin ortak çıkarlarının, egemen bir güçle yönetilmesi', Thomas Hobbes;'bireysel kudretlerin toplamını egemenin kendi iradesine göre kullanmak yetkisi' olarak tanımlarlar. Günümüzde ise egemenlik anayasalar aracılığıyla sınırlanmakta, güçler ayrılığı ilkesiyle bölünmekte ve seçimler aracılığıyla devredilmektedir.
Siyaset kuramları
İdeoloji siyasal ya da toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükûmetin, bir partinin, bir toplumsal sınıfın davranışlarına yön veren politik, hukuksal, bilimsel, felsefi, dinsel, moral, estetik düşünceler bütünü. En basit tabirle bir ideoloji, düzenlenmiş, yapılanmış bir fikirler bütünüdür. Bu fikirler bütünü de siyasetin temeli olan siyâsî ideolojileri oluşturmuştur.
Muhafazakârlık, var olan durumu koruma amacını güden düşünce tarzı. Toplumun değişmesine karşı direnç gösteren, toplumsal-kültürel değerlerin korunmasını savunan sağ kanat siyasi ideoloji.
Muhafazakârlığın değişime karşı direniş olarak tanımlanması, özellikle değişim isteyen sol ideolojiler tarafından eleştirilir. Muhafazakârlığın var olan kazanımları ve değerleri korumak şeklinde bir yanı da vardır. Bu açıdan bakıldığında, herkes, solcular dahil, istedikleri toplumsal düzen gerçekleştiğinde muhafazakârlaşabilirler. Nitekim Sovyetler Birliği'ndeki solcu rejime karşı olanlar (örneğin Troçkistler) bu rejimi tutuculaşmakla suçladılar. Bu suçlamanın ardından zaten rejim karşıtları ayaklanma çıkardılar.
Sosyalizm, sosyal ve ekonomik alanda toplumsal refahı devlet kararlarının getireceğini ve üretim araçlarının hakimiyetinin toplumlara ait olduğunu savunan, işçilerin yönetime katılmalarına ağırlık veren, özgür girişimi devletin ve sendikaların baskısı altında tutmaya çalışan, telkin ve propagandalarını eğitim, tarım ve vergi reformları üzerinde yoğunlaştıran ekonomik ve siyasi bir ideolojidir.
Komünizm, sosyal örgütlenme üzerine bir kuramsal sistem ve üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayalı bir politik harekettir. Komün sınıfsız bir toplum yaratma amacındadır. 20. yüzyılın başından beri dünya siyasetindeki büyük güçlerden biri olarak modern komünizm, genellikle Karl Marx'ın ve Friedrich Engels’in kaleme aldığı Komünist Manifesto ile birlikte anılır.
Liberalizm, özgürlüğü birincil politik değer olarak ele alan bir ideoloji, politika geleneği ve düşünce akımıdır. Genel anlamda liberalizm, bireylerinifade özgürlüğüne sahip olduğu, din, devlet ve kimi zaman kurumların gücünün sınırlandırıldığı, düşüncenin serbest bir şekilde dolaştığı, özel teşebbüse olanak sağlayan bir serbest piyasa ekonomisinin olduğu, hukukun üstünlüğünü geçerli kılan şeffaf bir devlet modeli ve toplumsal hayat düzeni hedefler.
Devleti bir gece bekçisi modeli olarak görmektedir. Devlet sadece bireylerin güvenliğini korumakla ve onların refahını sağlamakla yükümlüdür. Ekonomik anlamda kapital ekonomiyi benimser. Mülk edinme esasına dayanır. Devletin ekonomiye müdahalesi sadece bir görünmez eldir. Devlet müdahalesindeki temel amaç rekabet edilebilir ortamı sağlamaktır. Ekonomi ve maliye politikalarına gerek yoktur. Zaten serbest piyasa ekonomisi kendiliğinden ekonomi dengesini sağlar. Liberallerin en büyük korkusu devletin birey karşısında güçlü konuma gelmesidir. "Bırakınız gitsinler, bırakınız yapsınlar" genel sloganıdır.
Kapitalizm üretim araçlarının özel mülkiyetine ve bunların kâr amacıyla işletilmesine dayanan bir ekonomik sistemdir. Kapitalizmin merkezindeki özellikler özel mülkiyet, sermaye birikimi, ücretli emek, gönüllü takas, bir fiyat sistemi ve rekabetçi pazarları içerir. Kapitalist piyasa ekonomisinde, karar verme ve yatırım finansal ve sermaye piyasalarındaki üretim faktörleri sahipleri tarafından belirlenir. Malların fiyatları ve dağıtımı ağırlıklı olarak piyasadaki rekabet tarafından belirlenir.
Anarşizm kavramı Yunanca anarchaiadan (hükûmetin olmaması durumu) gelir. İnsan özgürlüğünü kısıtlayan tüm otoritelerin ortadan kaldırılmasını ve barış, uyum ve iş birliği ilkelerine dayanan yeni bir toplumsal düzen yaratma düşüncesindedir. Anarşistlere göre devlet ve devletin kurumları toplumu sömürmek için güç odakları tarafından yaratılmış bir araçtır. Anarşizm, bireyci anarşizm ve anarşist komünizm şeklinde tasnif edilmektedir.
Faşizm pek çok açıdan, Fransız İhtilali sonrasında serpilip büyüyen akılcılık, ilerleme, özgürlük ve eşitlik gibi değerlerden mürekkep Batı siyasal düşüncesine karşı bir tepki olarak görülebilir. Bu değerlerin yerini faşizmde birlik, mücadele, liderlik ve güç gibi olgular almıştır. Bu bakımdan İtalyan faşistlerin kullandığı "1789 öldü" sloganı oldukça anlamlıdır.[45] Faşizm genel olarak seçilmiş bir ulus olma bilinci, demokrasinin reddi ve yayılmacı dış politika temellerine dayanır.
Siyasal sistem, sosyal sistemin bir dalı olduğu için toplumlar arasında farklı sistemler ortaya çıkmıştır. Siyasal sistem genel olarak devlete bağlı olan kurumların birbirleri arasındaki ilişkiler ve yöneten ile yönetilenler arasındaki ilişkilerin bütünüdür. Siyasal sistemler yöneten ve yönetilenin sayılarına göre kategorilendirilir.
Eflatun'a göre ilk siyasi sistem patriarşidir. Bu küçük toplumlardaki daha çok aileler içinde uygulandığı varsayılan bir sistemdir ve yöneten pozisyonunda, erkek ve en yaşlı olan kişi bulunmaktadır. Ailelerin birleşmesiyle büyüyen toplumlarda, bir ailenin yönetimde bulunması ile monarşi birden fazla ailenin bulunması halinde ise aristokrasi sistemleri ortaya çıkmıştır. Sistemin bilgelikten çok şan ve şöhrete önem vermesinden dolayı bozulması timokrasiyi ortaya çıkarmış ilerleyen dönemlerde yöneticiler, erdem ve bilgelikten yoksun oldukları sebebiyle, zenginlik ihtirasına bürünmüş ve oligarşi ortaya çıkmıştır. Oligarşide ortaya çıkan düzensizlikle meydana gelen çatışma sonucu yoksulun zengini yenmesi ile demokrasi oluşmuştur. Fakat Eflatun, halkın tamamının siyasete karışmasının toplumu bozacağını ileri sürer. Bu durumda ise toplum Tiranlık sistemine teslim olur ve köleleşir. Eflatun bütün siyasi sistemleri bu şekilde tasnif eder ve özetler.
Aristo sınıflandırması
Eflatun'un bu bilgileri ışığında Aristo'nun siyasi sistem sınıflandırması siyaset bilimciler tarafından genel kabul görmüştür.
Ortak iyiliği amaçlayan tekin yönetimi: Monarşi
Ortak iyiliği amaçlayan azınlığın yönetimi: Aristokrasi
Ortak iyiliği amaçlayan çoğunluğun yönetimi: Politeia
1950'ler ve 1960'larda sistemlerin sınıflandırılması çabaları, değişen sistemlerle birlikte devam etti. Soğuk Savaş'ın keskin karşıtlığı ile birlikte "üç dünya" yaklaşımı ortaya çıktı. Buna göre dünya üç ayrı blok halinde bölünebilirdi.
Ancak 1970'lerde başlayan ve günümüzde hâlâ devam eden, Afrika ve Latin Amerika demokratikleşme çabaları "üçüncü" dünya, 1990'ların başındaki Doğu Avrupa devrimleriyle de "ikinci" dünya rejimleri çökme dönemine girdiler.
^Ana Türkçede Zetasizm ve Sigmatizm1, Talât Tekin, Zetacism and Sigmatism in Proto-Turkic” Acta Orientalia Hungaricae XXII-1, 1969: 51-80
^İbrayım Yusupov'un "Belgigindi Buzba Sen" Adlı Şiir Kitabındaki Şiirlerin Dil ve Üslup Bakımından İncelenmesi, İsmail Yıldız, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Tesz Danışmanı: Prof. Dr. Ceyhun Vedat UYGUR, Temmuz 2012, Denizli (Şiirler içerisindeki örneklerle birlikte Sayfa 189'da Karakalpak Türkçesi içerisindeki "atqar-, f. ağırlamak; kendisine verilen işi yerine getirmek, çalışmak" manalarına da yer verilmiştir.)
^Reichstag speech by Bismarck, January 29, 1886, in: Bismarck, The Collected Works. Friedrichsruher edition, vol. 13: Speeches. Edited by Wilhelm Schüßler, Berlin 1930, p. 177.
^Krasner, Stephen D. (2010). "The durability of organized hypocrisy". Kalmo, Hent; Skinner, Quentin (Ed.). Sovereignty in Fragments: The Past, Present and Future of a Contested Concept. Cambridge University Press.
^^ Eric Hobsbawm, Nations and Nationalism since 1780 : programme, myth, reality (Cambridge Univ. Press, 1990; 0-521-43961-2) chapter II "The popular protonationalism", pp. 80–81 French edition (Gallimard, 1992). According to Hobsbawm, the main source for this subject is Ferdinand Brunot (ed.), Histoire de la langue française, Paris, 1927–1943, 13 volumes, in particular volume IX. He also refers to Michel de Certeau, Dominique Julia, Judith Revel, Une politique de la langue: la Révolution française et les patois: l'enquête de l'abbé Grégoire, Paris, 1975. For the problem of the transformation of a minority official language into a widespread national language during and after the French Revolution, see Renée Balibar, L'Institution du français: essai sur le co-linguisme des Carolingiens à la République, Paris, 1985 (also Le co-linguisme, PUF, Que sais-je?, 1994, but out of print) The Institution of the French language: essay on colinguism from the Carolingian to the Republic. Finally, Hobsbawm refers to Renée Balibar and Dominique Laporte, Le Français national: politique et pratique de la langue nationale sous la Révolution, Paris, 1974.