Muhammed'in ölümünden sonra İslam Devleti'ni devam ettiren Râşidînhalifelerinin sahabenin önde gelenlerinin seçimi ve biat alma yoluyla; Emevî ve Abbâsî halifeleri ve halife unvanını kullanan sonraki diğer hükümdarlarda ise babadan oğula geçen veraset yoluyla intikal ettiği görülmektedir. 1453'te II. Mehmed'in İstanbul'u fethiyleDoğu Roma İmparatorluğu'nu yıkıp "Roma İmparatoru" (Kayser-i Rûm) unvanını üstlenmesi gibi 1517'de I. SelimRidâniye Muharebesi'yle İslam Devleti'ni devam ettiren Memlûk Devleti'ni yıkıp "İslam Halifesi" unvanını üstlenmiştir ve böylelikle Osmanlı hükümdarları sultan, han ve şah gibi çok sayıdaki unvanlarının yanına halife unvanını eklemiştir.
Halifelik makamının, tek bir toprak parçasından ibaret İslam Devleti'nin yönetim erkiyken, sonradan Papalık benzeri ulusötesi otoriteye sahip dinî-siyasi bir makam olarak algılanmaya başlayıp Sünnilerin veya "tüm dünya Müslümanlarının" temsilciliğine teşebbüs etmesi, Rus İmparatorluğu'nun Osmanlı Devleti'ndeki Ortodoksları himaye etmesini ve Osmanlı Devleti'nin Kırım'daki Müslümanları himaye etmesini sağlayan 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile başlamıştır.[1] Böylelikle 7. yüzyılda Arap coğrafyasının bir bölgesi olan Hicaz'da Muhammed'in liderliğini yürüttüğü İslam Devleti'nde yaşayan ve sayıları henüz milyonları bulmamış insanları yönetmek için kurulup 13. yüzyıla kadar sürekli genişleme eğilimi gösteren Arap İslam İmparatorluğu'nun devlet başkanlığı makamı olan hilâfet, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması'ndan çok daha sonra, Sulu Sultanlığı'ndaki Müslümanlara Amerika Birleşik Devletleri yönetimini kabul ettiren[2][3]II. Abdülhamid yönetimi (1876-1909) ve bütün Müslümanları İtilaf Devletleri'ne karşı savaşa teşvik etmek için Mehmed Reşad'a cihad ilan ettiren[4]İttihat ve Terakki yönetimi (1913-1918) tarafından, kıtalararası yetkiye sahip bir kurum veya unvan gibi kullanılmak istenmiştir ancak Arap Ayaklanması örneğindeki gibi başarısız[5][6] olunmuştur. 29 Ekim 1923'te Türkiye'de cumhuriyetin ilanıyla ülkenin devlet başkanlığı makamına kimin, hangi unvanla geçeceği sorunu çözülmüş, birkaç ay sonra, 3 Mart 1924'te ise eski rejimden kalan hilâfet makamı kaldırılmıştır.
Terminoloji
Etimolojik olarak "halife" kelimesi, half (arka) kelimesinden türetilen ve "ardından gelen, makamını işgal eden, yerine geçen veya temsil eden" anlamlarında kullanılan bir kelimedir.
İslam öncesi Arabistan'da monarşiler geleneksel olarak malik veya melik gibi semitik kökenli aynı kökten kelimelerle tanımlanırdı.[7]
Halife teriminin "Allah Resulü'nün halifesi veya Resulullah'ın ardılı" deyiminin zaman içinde kısaltılmışı olarak geliştiği düşünülse de, İslam öncesi döneme ilişkin çalışmalar, deyimin İslam öncesinde de "Allah tarafından seçilmiş kişi, halef, vekil, temsilci" anlamlarında kullanıldığını göstermektedir.[7]
Kur'an'da ise birkaç yerde temsilci veya hükümran anlamında kullanılmıştır.
Kur'an'da kullanımı:
Hani rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Biz seni övgü ile tesbih ederken ve senin kutsallığını dile getirip dururken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.Bakara 2:30.
Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği şeylerde sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur. Şüphesiz rabbinin cezası çok çabuktur; yine O’nun bağışlaması ve rahmeti boldur.En’âm 6:165.
Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur...Fâtır 35:39.
“Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık; onun için insanlar arasında adaletle hükmet; nefsin isteklerine uyma, sonra seni Allah yolundan saptırır. Kuşkusuz, Allah yolundan sapanlara, hesap verme gününü unutmaları yüzünden çok ağır bir azap vardır.”Sâd 38:26.
Müslümanlar arasında hilâfet yerine imâmet, halife yerine de emir, emir'ül-müminin veya imam kelimeleri de kullanılır. Şii Müslümanlar imam ve imâmet deyimini tercih etmektedirler.[8]
Mezhep farklılıkları
Ehl-i Sünnet mezhebine mensup Müslümanlar, halifenin "şûra" adı verilen heyet tarafından yapılan seçimle başa gelmesini öngördükleri hâlde, Şîa mezhebine mensup Müslümanlar ise "imâmet" ismini verdikleri makama seçilimin sadece Allah tarafından ve Ehl-i Beyt adı verilen seçkinler arasından yapılabileceğine inanırlar. Bu makam, Şiilikteki en büyük dinî ve manevi otoriteyi de temsil eder.
Halifelik daha çok Müslümanların Sünni tarafının temsilcisi olarak kabul görülmüştür. Çünkü Şii tarafı büyük ölçüde Sünni hilâfet yönetimi altında yaşasa da, halifeyi kabul etmemişlerdir. Şiilerin kabul ettiği imâmet, teokratik (dinsel) bir özellik taşımasına rağmen, halifelik büyük oranda dinî bir özellik taşımamıştır. Sünnilikte halife eleştirilebilir bir makamda bulunmasına rağmen, Şiilikte imam eleştirilemez ve yanlışlanamaz bir makamda bulunur.
Halife, ilk zamanlarda İslam toplumunda ileri gelenlerin seçimiyle başa gelmiş, Emevîler ve Abbâsîlerden itibaren ailevi bir saltanat şeklini almıştır. Ayrıca 10. yüzyılda zayıflayarak siyasi gücünü kaybetmiş olsa da, Muhammed'den miras kalan "İslam" Devleti'nin devlet başkanlığı olduğu için bu unvanı korumuştur.
Sünni Müslümanlar ilk dört halifeyi "Hulefâ-yi Râşidîn" (doğruya ulaştıran anlamında) olarak adlandırır ve onlara bir tür kutsallık atfederler. Şii Müslümanlar ise ilk üç halifeyi Ehl-i Beyt'in hakkı olan makamın gaspçıları olarak görürler ve Ali'yi kutsallaştırırlar.
Hilâfetin kurulması ve zaman içindeki yolculuğu
Dört Halife dönemi
İslam öncesi Arap toplumundaki sosyal ve siyasal örgütleniş kabileler düzeyindeydi.
İslam, başlangıcından beri bu kabile düzenine ve kabile değerlerine karşı mücadele etmiştir. Arap toplumu, onun ölümünden sonra, dağılıp kabile düzenine geri dönme tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Bu çözülmeyi önlemenin tek yolu, Muhammed'in ardılını seçerek iç çatışmaların önüne geçilmesi ve bütünlüğün sağlanmasıydı.[kaynak belirtilmeli]
İlk halife seçilen Ebû Bekir, İslam'a göre "sahte peygamber" addedilen kimselerle mücadele ederek içeride birliği sağlamış ve Arapların eski düzene geri dönmesinin önüne geçmiştir. Ayrıca, daha önce kabileler arası savaşlarda harcanan ve Arap toplumuna zarar veren enerjiyi, dışarıya yani Bizans ve Sâsânîler üzerine çevirerek İslâm toplumunun fetih ve cihat amacında birleşmesini sağlamıştır.
Ebû Bekir'den sonra gelen halife Ömer ise, bir yandan dış fetihlere (Mısır, Kudüs, İran, Horasan) devam ederek Arap dünyasının bölünmesini engellemiş, bir yandan da örgütlenmesini geliştirmiştir. Müslüman Arap toplumu, Ömer döneminde devlet halini almıştır. Daha sonra İslamî siyasi yapılanmanın ilk düzenli örnekleri Ömer döneminde görülür.
Üçüncü halife Osman döneminde fetihler aynı hızda devam etmiş ve ilk kez İslam dünyası denizlerde kendini göstermeye başlamıştır. Fakat Ebu Bekir ve Ömer döneminde bastırılan kabile çekişmeleri, Osman döneminde tekrar yüzeye çıkmaya başlamıştır. Emevî ailesinden gelen Osman'ın kendi kabilesinden olanlara devlet görevlerinde ayrıcalıklar tanıması, yüzeye çıkan bu çatışmaların sonucudur. Osman'ın bu davranışı, İslam dünyasını bölecek olan olayların ilk tohumunu atmıştır. Nitekim bu ayrılık İslam'daki siyasi mezheplerin ortaya çıkışına neden olmuştur.
Kısa zamanda meyvesini veren bu ayrılık tohumları, Osman'ın hilâfetinin kanlı bitmesine yol açmıştır. Kendi iktidarına karşı Kûfe'de başlayan isyan dalgası, zamanla Mısır ve Basra'ya da sıçramıştır. Osman 656 yılında evine yapılan saldırıyla öldürülmüştür. Saldırıyı yapanın kim olduğu üzerinde kesinlik olmadığı halde, bu cinayetin İslam dünyasındaki karışıklıkların ve mezhep ayrılıklarının kapısını araladığı kesindir.
Sonraki halife olan Ali döneminde, temeli İslam öncesi kabile çatışmalarına (başta Emevî-Haşimî rekabeti olmak üzere) kadar uzanan iç karışıklıklar daha da büyüdü ve Muâviye b. Ebû Süfyân taraftarları (Emevîler) ile Ali taraftarları arasında savaşa dönüştü. Savaş meydanında Ali'nin askerlerinin galip gelmesine rağmen yapılan görüşmelerde Ali bu üstünlüğü kaybetti. Kısa bir süre sonra Ali'nin Hâricîİbn-i Mülcem tarafından öldürülmesiyle birlikte Emevîler hilâfeti ele geçirmiş oldu.
Emevî ve Abbâsî dönemleri
Ali'nin öldürülmesi, Emevîlerin hilâfeti elde etmesi için bir engel kalmadığını gösteriyordu. Ali'nin oğlu Hasan'ın çekilmesi ve küçük oğlu Hüseyin'in Kerbela'da öldürülmesi ile iktidar tamamen Muâviye b. Ebû Süfyân ve Emevî ailesine geçmişti. Fakat muhalefeti yok edememişlerdi, başta Irak ve Horasan olmak üzere birçok yerde Muâviye'nin hilâfetini meşru bulmayanlar vardı.
Muâviye ile birlikte hilâfet, Roma geleneğine dayalı bir veraset anlayışına dayandırıldı. Böylece hilâfet, bir saltanat halini aldı.
Emevîler döneminde Arap-İslam toplumu, Arap İmparatorluğu biçimini aldı. Devlet örgütlenmesi, Bizans ve İran modellerinden etkilenerek yapıldı ve başarılı, etkili bir bürokrasi kuruldu. Bu dönemde hilâfet, tamamıyla siyasi önderlik biçimini korudu ve Abbâsîler iktidara gelinceye kadar devlet başkanlığına gölge düşürmeme amacını güden "ruhani önderlik" görünümüne sahip olmadı.
Emevîler iktidara kanlı çıkmıştı, inişleri de benzer şekilde oldu. Emevî karşıtı Şii ve Hâricî muhalefet, Emevîlerin sonunu getirdi. 750 yılında Abbâsîlere yenilen Emevîler, İslam Devleti'nin devlet başkanlığını Abbâsîlere kaptırsalar da, Emevî Hanedanı İspanya'ya kaçarak orada devam edecekti.
Abbâsîler döneminde hilâfet, devlet başkanlığı yani siyasi önderlik konumunu korudu. Ama siyasi otoritenin kaybedilmesi üzerine halife "ruhani önder" görünümüyle varlığını sürdürecekti.
Abbâsîler döneminde orduyu oluşturan Türkler devlet yönetiminde etkili oldular ve uzun vadede halifenin siyasi otoritesinin çöküşünü hazırladılar. 10. yüzyıla gelindiğinde Abbâsî halifesi, Irak dışındaki topraklarda yönetimi, çoğu Türk kökenli yerel komutanlara ve valilere kaptırmıştı. 945'te Şii Büveyhîlerin Bağdat'ı ele geçirmesi, halifelik makamının siyasi otoritesinin sonunu getirdi. Bu tarihten sonra halife sadece ruhani önder olarak devam etti. Halife'nin tek siyasi gücü, menşur vererek Müslüman liderlerin hükümdarlığını onaylamaktı.
Moğolların 1258 yılında Bağdat'ı alması, halifenin Mısır'a, Memlûk himayesine kaçmasına yol açtı. Aslında, Moğol Hanı Hülagû'nun tek yaptığı, çoktan işlevini yitirmiş bir makamı ortadan kaldırmak oldu. Abbâsî Hilâfeti, Irak dışındaki etkin gücünü yaklaşık 920'de kaybetmişti.[9]
Hilâfet; Bağdat'ın düşmesinden (13. yüzyıl) Osmanlıların Mısır'ı ele geçirmesine (16. yüzyıl) kadar Mısır'da Memlûk himayesinde yaşadı. Bu dönemde halife, hiçbir siyasi yetkiye sahip değildir. Dinî törenlerde protokolde bulunmasının yanında hiçbir etkisi olmamıştır.
Osmanlı himayesi dönemi
Osmanlı Devleti'nin büyüme döneminde, Osmanlı yöneticileri I. Murad'ın 1362'de Edirne'yi fethinden itibaren hilâfet makamında hak iddia ettiler.[11] Daha sonra I. Selim, Müslüman yurtları fethetmek ve birleştirmek suretiyle, Mekke ve Medine kentlerinin savunucusu olmasıyla Osmanlıların halifelik iddiasını daha da güçlendirdi. Nihayetinde halifelik makamı 1517'de Osmanlıların eline geçti.[12] Böylelikle Güneydoğu Avrupa'dan Orta Doğu'ya kadar geniş bir coğrafyada hüküm süren Osmanlı Devleti, 17. yüzyıla kadar dünyanın önemli siyasi güçlerinden biri olarak kaldı.
Vestfalya Barışı ve Sanayi Devrimi ile güçlenen Avrupalı güçler yeniden toparlandı ve Osmanlı hakimiyetine meydan okudu. Büyük ölçüde zayıf liderlik, arkaik siyasi normlar ve Avrupa'daki teknolojik ilerlemeye ayak uyduramama nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa'nın yeniden dirilişine etkili bir şekilde yanıt veremedi ve önde gelen bir büyük güç olma konumunu yavaş yavaş kaybetti.
Halife unvanının siyaseten ilk özel kullanımı, Osmanlıların Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altında yaşayan Ortodoks Hristiyanları korumaları gerektiğini ilan eden Ruslara, Rusya'da yaşayan Müslümanlar hakkında benzer bir iddiada bulunarak karşı koyma ihtiyacı duydukları 1774 yılına kadar gerçekleşmeyecektir.[1]İngilizler, Osmanlı'nın halifelik iddiasını nazikçe onaylayacak ve Osmanlı halifesinin Britanya Hindistanı'nda yaşayan Müslümanlara İngiliz hükûmetine itaat etmeleri için emir vermesini sağlayacaktı.[13]
İngiliz hükûmeti, Britanya Hindistanı'ndaki Müslümanlar arasında Osmanlıların İslam Halifesi olduğu görüşünü destekledi ve Osmanlı padişahları da Hindistan Müslümanlarına İngiliz yönetimini desteklemelerini öğütleyen bildiriler yayımlayarak İngilizlere yardımcı oldu; bu bildiriler III. Selim ve Abdülmecid tarafından yayımlandı.[13]
1899'da II. Abdülhamid, Amerika Birleşik Devletleri hükûmetinden gelen bir talebi kabul etti ve halife olarak dinî otoritesini kullanarak Sulu Sultanlığı'na (bugünkü Güney Filipinler ve Kuzeydoğu Malezya'da bulunan) sultanlığın direnişi durdurmasını ve Amerikan işgaline teslim olmasını emretti; Sulu Sultanı II. Cemalül Kiram, II. Abdülhamid'in emrine kulak verdi ve teslim oldu.[2][3]
Osmanlı Devleti'nin 1914'te I. Dünya Savaşı'na katılmasıyla İttihat ve Terakki, Halife sıfatıyla Mehmed Reşad'a, tüm Müslümanları topraklarına yönelik İtilaf tecavüzüne karşı direnmeye çağıran bir cihadilan ettirmiş[4] olsa da, bu çağrının geri dönüşü büyük ölçüde olumsuz olmuştur. 1918'de savaşın yenilgiyle sona ermesi üzerine İttihatçı hükûmet topluca istifa etti ve Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa Türkiye'den kaçtı. Kardeşi Mehmed Reşad'ın temmuz ayında kalp krizinden ölmesinin ardından tahta çıkan Mehmed Vahideddin ateşkesi kabul etti. Osmanlı'nın teslimiyetini resmîleştiren Mondros Mütarekesi 30 Ekim 1918'de HMS Agamemnon gemisinde imzalandı. İtilaf birlikleri kısa bir süre sonra İstanbul'a ulaşarak Padişah'ın sarayını işgal etti.
Türkiye Büyük Millet Meclisi/Türkiye Cumhuriyeti denetimindeki dönem
1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılması ile, Osmanlı hükümdarının elinden egemenlik hakları, devlet başkanlığı alındı. Siyasi güç tamamen Türkiye Büyük Millet Meclisindeydi. Tarihte Arap dini ve Arap siyasetiyle kaynaşan ve bir arada yürüyen hilâfetin 7. yüzyıldan beri devam ettirilmek istenen İslam Devleti'nin devlet başkanlığı makamı olması ve ilerleyen yüzyıllarda Türkler dâhil Arap olmayan Müslüman halklar arasında da kutsal ve dokunulamaz bir şey olarak görülmesi nedeniyle, "Müslümanların lideri" veya "İslam'ın lideri" olarak algılanan bu makam, sadece "dinî başkanlık" olarak yeniden tanımlandı ve saltanatla beraber kaldırılamadı. Hükûmet, TBMM'nin seçtiği Halife Abdülmecid Efendi'den, sadece "Müslümanların Halifesi" (Halife-i Müslimin) unvanını kullanmasını, gösterişli hareketlerde bulunmamasını istedi.
Saltanatın kaldırılmasından cumhuriyetin ilanına kadar geçen sürede bir devlet başkanlığı sorunu yaşandı. Başkanlığını Mustafa Kemal Paşa'nın yürüttüğü Meclis tarafından yönetilen Türkiye'de Ankara'daki siyasi erk tam yetkiliydi, ancak ne mutlak veya anayasal bir monarşi olduğu gibi ne de bir cumhuriyet vardı. Ülkenin resmî olarak devlet başkanı yoktu. Bazı politikacılar "hilâfet aynı hükûmettir, hilâfetin hukuk ve görevini iptal etmek hiç kimsenin, hiçbir meclisin elinde değildir" diyerek İstanbul'daki Halife'yi devlet başkanı yapmak istedi, ancak Ankara'daki hükûmet siyasi gücünü hiçbir şekilde başka bir makamla paylaşmadı. 29 Ekim 1923'te cumhuriyetin ilanıyla Mustafa Kemal Paşa Cumhurbaşkanı (Reis-i Cumhur) seçildi ve devlet başkanlığı sorunu sona erdi. Abdülmecid, halife seçildikten sonra kendisine verilen talimata aykırı olarak, Müslümanların Halifesi unvanından başka sıfat ve unvanlar taşıyarak Cumhuriyet hükûmetinin talimatı dışına çıktı. Bu durum halifelik makamı hakkında bir an önce önlem alınmasını gerektiriyordu. Fakat Mustafa Kemal Paşa'yı halifelik makamını kaldırmak için zorlayan önemli bir sebep, Türkiye'de gerçekleştirmeyi planladığı laik ve sekülarist karakterdeki reformları halife mevcut oldukça yapamayacağıydı.
3 Mart 1924 tarihli, "Hilâfetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmaniye'nin Türkiye Cumhuriyeti Memalik-i Hariciyesine Çıkarılmasına Dair Kanun"la hilâfet kaldırıldı. Böylece, yeni Türkiye önemli bir adım daha attı. Hilâfetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 günü, bir diğer kanunla da Şer'iyye ve Evkaf Vekâleti (Bakanlığı) kaldırıldı. Şer'iyye ve Evkaf Vekâleti'nin kaldırılması sonucu, bu vekâlet tarafından yönetilen okullar ve medreseler de kaldırıldı. Ayrıca aynı gün, Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Vekâleti de kaldırıldı. Böylece ordu-siyaset çatışmasının da önüne geçilmiş oldu. Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu da o gün kabul edilmişti.[15]
Türkiye'nin halifelik makamını kaldırmasından sonra ilan edilen halifelikler
Anadolu Federe İslam Devleti: Türk medyasında Kara Ses, Alman medyasında Kalif von Köln (Köln Halifesi) ve Chomeini von Köln (Köln Humeynisi) denilmiş Cemalettin Kaplan'ın Köln'de bir spor salonunda ilan ettiği halifelik (1994-2001)
^abFinkel, Caroline (2005). Osman's Dream: The Story of the Ottoman Empire, 1300-1923. New York: Basic Books. p. 111. 978-0-465-02396-7.
^abKarpat, Kemal H. (2001). The Politicization of Islam: Reconstructing Identity, State, Faith, and Community in the Late Ottoman State. Oxford University Press. p. 235. 978-0-19-513618-0.
^abYegar, Moshe (1 January 2002). Between Integration and Secession: The Muslim Communities of the Southern Philippines, Southern Thailand, and Western Burma/Myanmar. Lexington Books. p. 397. 978-0-7391-0356-2.
^Sazonov, Vladimir; Espak, Peeter; Mölder, Holger; Saumets, Andres (2020). Cultural Crossroads in the Middle East: The Historical, Cultural and Political Legacy of Intercultural Dialogue and Conflict from the Ancient Near East to the Present Day. University of Tartu Press. ISBN978-9949-03-520-5.
Namık Sinan Turan, Hilâfet Tarihsel Gelişimi ve Kaldırılması, Altın Kitaplar - Kurtuluş Savaşı Kütüphanesi, I. Baskı
Ira M. Lapidus, İslam Toplumları Tarihi, İletişim Yayınevi
Mehmet Said Hatiboğlu, İslâm'da İlk Siyasi Kavmiyetçilik "Hilâfetin Kureyşiliği", Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XXIII (1978), Ankara
Mehmed Said Hatiboğlu, Hilâfet Kureyşliliği, OTTO Yayınları, Ankara 2012.
Hasan Gümüşoğlu, İslam'da İmamet ve Hilâfet (Doktora Tezi), Kayıhan Yayınları, İstanbul 1999 I. Baskı, 2011 II. Baskı
Hasan Gümüşoğlu, İntikalinden İlgasına Osmanlı'da Hilâfet, Kayıhan Yayınları, İstanbul 2011, I. Baskı