Akşit, 1941'de evlendiği ilk eşi Bayan Nevruze'den sonra 13 Haziran 1968'de Bayan Necla (1927) ile evlenmiş olup, Dudu Bilge (1943), Ayşe Ayşen (1947), Mehmet Arif (1949), Mehmet (1953) ve Zeynep Arzu'nun (1970) babasıdır.[2]
Ailesi
Baha Akşit, o dönem Acıpayam'a, günümüzde ise Serinhisar'a bağlı bir kasaba olan Yatağan'da doğmuştur. Baha Akşit'in ailesi Yatağan'da Müftüler olarak anılmaktadır. Buna Akşit'in büyük dedelerinin buraya yerleşip, medrese kurmaları ve birçok alim yetiştirmeleri etkili olmuştur.
Baha Akşit'in babası Arif Efendi bir medrese hocasıdır. Hitabeti çok etkili olan Arif Efendi, oldukça güçlü bir hafızaya sahiptir. Bölgesinde ""İnsan hiçbir kere okuduğunu unutur mu?"" sözleriyle meşhur olmuştur. 1913'te İzmir Vilayeti (Aydın Vilayeti) Meclis-i Umumi azalığına seçilmiştir.[4]I. Dünya Savaşı sonunda Millî Mücadele hareketine kendi bölgesinde katılmış ve Millî Mücadele'nin en önde savunucularından biri olmuştur. 1924 yılından ölümüne kadar Acıpayam'da müftülük yapmıştır.[5] Yatağan Medresesi'nin son hocası olan Arif Akşit 1944 yılında Kula'da doktor oğlu Baha Akşit yanındayken ölmüştür.
Baha Akşit'in annesi Dudu Hanım'dır. Baha Akşit, annesini şu şekilde tanıtmıştır:
"Annem Dudu Hanım, babamın dede tarafıyla aynı zamanda akraba olup, babamın ikinci eşidir. Ben de bu evliliğin 7. senesinde 6 Mart 1914 tarihinde Yatağan’da dünyaya gelmişim: Annemin sülalesi Yatağan'da "Koca Hüseyinler (Gossenler)" diye anılır. Bu isim annemin dedesi Koca Hüseyin'den kaynaklanmaktadır. Benden başka iki evlat daha dünyaya getiren annem (benden on yaş küçük olan Lütfiye halen sağ, onun daha küçüğü Mehmed çocuk iken vefat etti) sebze yetiştirmeye çok meraklı bir insandı. Adamlar tutulur mevsime göre turfanda sebzeler yetiştirilirdi. Buna özel bir itina gösterirdi."[6]
Baha Akşit, ilk okulu bitirdiğinin ertesi senesi (1928'de) annesini kaybetmiştir. Annesinin ölümü üzerine babası Arif Akşit, yeniden evlenmiştir. Bu evlilikten çocuğu olmamıştır.
Baha Akşit'in hayatında annesinin ölümü önemli bir iz bırakmıştır. Daha çocuk yaşta annesini kaybeden Baha Akşit'in ilerideki mesleğini seçmesinde de bu vefat etkili olmuştur. Bu etkiyi Baha Akşit şöyle anlatmıştır:
“Benim ilerideki mesleğimi seçmemde etken olacak annemin vefatı, küçük yaşımda oldukça üzerimde tesir bıraktı. Yeni yazı dersleri bitince o yaz maalesef annem hastalandı. Annemin hastalığını o zaman ilçemizde bulunan Faik Bey ismindeki doktor yanlış teşhis koymuş olacak ki, daima perhiz yaptırmakla devam ettirmek istedi. Hastalığı gün geçtikçe ağırlaşıyordu. Nihayet babam Denizli'de dahiliye mütehassısı olmadığı için İzmir’den doktor Fevzi Bey'i getirmek zorunda kaldı. Doktor trenle Denizli'ye geldi. Oradan çok nadir bulunan otomobil temin etmek suretiyle Acıpayam’a geldi. Birkaç saat kaldı. Annemi muayene etti ve tüberküloz dedi. Maalesef çok geç kalmışsınız, ona çok iyi bakmanız gerekliydi. Çok iyi yedirip, çok iyi beslemek lazım gelirdi. Halbuki siz o yiyeceğim dedikçe perhize zorlamışsınız, artık telafi edilecek imkân dahilinde olduğunu sanmıyorum ama Allah'tan umut kesilmez dedi ve bıraktı gitti. Bu olay benim üzerimde öylesine tesir etti ki, ileride doktor olmamın sebebidir. Eğer Denizli'de dâhiliye mütehassısı olsaydı bunlar olmayabilir, annem de kurtulurdu."[7]
Baha Akşit, milletvekilliği döneminde de, daha sonra da bu konuda hassasiyet göstermiş, çeşitli demek ve vakıflar kurmuş ve Denizli'deki Tıp Fakültesi'nin açılmasına da etkili olmuştur.
Çocukluğu
Bahaeddin Akşit'e ismi, Bahaeddin Nakşibendi'ye atfen verilmiştir. Baha Akşit, ailenin uzun yıllar beklenen ve özlenen evladı olarak hem anne hem baba hem de dede tarafından daima daha özel ihtimam gösterilerek yetiştirilmiştir. Bu beklenen çocuğun doğumunu Ali Vehbi kitabında şöyle anlatmaktadır:
"Yatağan müderrislerinden Arif Efendi'nin bir oğlu dünyaya gelmiştir. Uzun yıllar çocuk hasreti çeken bu zat ilk evlada sahip olunca eşe dosta meserret ziyafetleri vermiştir. İşte bu sırada gene bu nevzadın şerefine, babasının talebelerinden ve dostlarından olan Garbikaraağaç müftüsü Hasan Hilmi de onların neşe ve sevinçlerine katılma gayesiyle Yöreğildeki dershanesinde bir ziyafet tertip ederek tekmil Yatağan müderrisleriyle diğer ilmiye mensuplarını davet etmiştir. Sofralar kurulmuş, mahfeller sıralanmış, yemeğe başlamak üzere iken, Müttü Hasan Hilmi'nin, çocuğun adı hakkındaki sorusuna Arif Efendi, Bahaeddin cevabı vermiştir. On beş yıldan beri hasretle beklediğim ve ümitsizliğe düştüğüm halde Allah'ın bir ihsanı olan bu ilk çocuğum, mensup olduğumuz tarikatı kuran Bahaeddin Nakşibendi'yi temsil edecektir, dedi. Bunun üzerine babası Hacı Mehmed Efendi söze başlayarak Nakşi tarikini kuran Bahaeddin'in istihdaf ettiği gayeleri ve tarihçesini ve diğer tarikatlarla farkını anlattı”.[8]
Babası gibi güçlü bir hafızaya sahip olan Baha Akşit, 5 yaşında iken Kur’an'ı hatmetti. Kur'an okumakla öğrenimine başladıktan sonra kıraatı ve tecvidi öğrendi. Daha sonra babasının medresesinde öğrenime katıldı. O tarihlerde kendisi çok küçük, medreseye gelen diğer talebeler ise seferberlik nedeniyle çok büyük, 17-18 yaşlarındaydı. Bu derslere ait hatıralarını B. Akşit şu şekilde aktarmaktadır:
"İçlerinde çocuk yaşında olan bendim. Hatta dersi altıktan sonra sokağa çocuklarla oynamaya giderdim. Bu arada şunu da zikretmeyi arzu ederdim. Arapça o kadar kolay bir ders değildi. Talebeler bazı hususlarda tereddüt ettikleri, hoca acaba bize bunu nasıl anlattı dedikleri zaman, çocuklarla oynarken beni bulurlar ve bunu hoca nasıl anlatmıştı diye sorarlardı. Bende bir banda yazılmış gibi o anlatılanları tekrarlardım."[9]
Eğitim hayatı
İlkokul eğitimi
Baha Akşit, babasının arzusu üzerine köyün ilkokuluna yazdırıldı. Bu ilkokul o zaman Orta Camii yanında ahşap bir binadan ibaretti. Akşit, hocası ve okul dönemi hakkında şunları aktarmaktadır:
"Yatağan'da tek bir öğretmen vardı, Osman Tokcan Hoca. Bu milletvekili Hasan Tokcan hocanın oğlu idi. Beni sınıfa alırken evvela bir kıraat (okuma) kitabı verdi, bunu oku dedi. şimdiki gibi hatırlıyorum "Üzüm, yazın tazesini kışın kurusunu yediğimiz üzüm, çok lezzetlidir" diye başlıyordu. Bu olayı Prof. Dr, T. Baykara'nın babası Asım Baykara da her zaman, Baha Akşit'e hatırlatır, gülerlerdi. O sırada Asım Baykara, 5. sınıfta bulunuyordu. Ben o güne kadar hareketsiz bir yazı okumadığım için yazıyı okumak güç geldi, fakat gene de okudum. Daha sonra elime bir Kur'an verdi. Tabii Kur'an'ı iyi okuyunca beni 2. sınıfın başına oturttu. O zamanlar ilkokullar 6 sınıftı. Birinci sınıf sübyan sınıfı, ondan sonra 1, 2, 3, 4 ve 5. sınıf gelirdi."[10]
Mektebe başladığı günü anlatan Baha Akşit, buradaki yaşadığı günlerini şöyle anlatmaktadır:
"Hoca beni doğrudan 2. sınıfa geçirdiği zaman ben daha toplama, çıkarma, çarpma ve bölme hesaplarını bilmiyordum. Ama 2. sınıf öğrencisi olduğum için hoca toplama çıkarma problemleri sorardı. Sorduğu zaman ise bunları ayırmadan, hepsini zihnimden yapar, öyle neticesini söylerdim. Kısa süre içinde bu işlemleri de öğrendim. Bir müddet sonra mektebe Yeşilyuvalı Halit Hoca namıyla maruf bir öğretmen tayin edildi. Halit Hoca geldiğinin akabinde bize, bütün sınıfa bir hesap sordu. O zamanlar bir gelenek vardı. Okul talebesi becerilerine ve hesaplarına göre ilk kim üstün başarı elde ederse, ilk aldıkları aferin olur, daha iyi başarı elde ederse tahsin, daha da iyi olursa imtiyaz verilirdi. Bu şekilde olan başarılar bir kağıda yazılır, hem öğrenciye hem de sınıfa asılırdı. Başarı alan talebe böylelikle hem teşvik edilmiş olur, hem de sene sonu itibarıyla kim ne kadar imtiyaz, tahsin almış diye de sınıf değerlendirilmiş olurdu. Ben ilk aferini bu Halit Hoca'nın sorduğu matematik meselesini herkesten erken ve yanlışsız çözdüğüm için almıştım. Sonraki yıllarımda sınıfımda en fazla aferin, tahsin alan ve tek imtiyaz alan bendim. O zamanlar gene bir gelenek vardı. Sınıf başına oturtulan talebe sınıfının en zekisi kabul edilirdi. Ben böyle bir geleneği bilmiyordum. Benden sonra bizzarur düşürülmüş olan şevket (Şenel) ismindeki arkadaşım "daha dün geldi, sınıfın başına oturdu" diye hocaya şikayette bulunmuş. Bir hafta sonra beni oturtan hoca sen ikinci sıraya, Şevket birinci sıraya oturacak diye talimatta bulundu. O senelerde sınıf geçme imtihanları ise şöyle yapılırdı: O senenin sonunda imtihan günleri bütün sınıflara ilan edilir. Civar kasabadaki bütün öğretmenler o imtihanlara gelir ve kasabanın ileri gelenleri, okumuş yazmışları, hocaları da o toplantıda bulunurdu. İmtihan bir sandalyede o mümeyyizlerin huzurunda yapılır, ondan sonra tahtaya geçilir, tahtada matematik hesaplan çözülürdü. Bunların bütün ortalaması o çocuğun geçme veya kalma notu olurdu. Sadece kendi öğretmeninin değil civar köy ve kasabaların öğretmenleri, etraftan gelenler, hocalar o çocuklara tarih, coğrafya, gramer, matematik soruları sorarlardı. İlkokulun bu ilk imtihanını başarı ile verdim. Sınıfın 1.si oldum."[11]
Yeni yazının kabul edilmesi üzerine çıkan bir kanunla; köylerdeki ilkokulların 3. sınıftan sonrası kaldırıldı. Bu karar sonucunda Yatağan ilkokulu bir süre için 3. sınıfa kadar eğitim vermeye başladı. Bu karar sonucu Baha Akşit, eğitimine bazı arkadaşları gibi ilçe merkezindeki ilkokulda devam etmiştir. O tarihlerde babası Müftü Arif Hoca, Acıpayam müftüsü olup Yatağan'da ikamet ediyordu. Fakat oğlunun okul durumu nedeniyle aile Acıpayam'a taşınmış, oğullarını Acıpayam Şark Mektebine öğrenci olarak yazdırmışlardır.
İlkokulu Acıpayam Şark Mektebinde bitirdikten sonra Baha Akşit'in eğitimine devam edebilmesi için, o tarihlerde henüz Acıpayam'da ortaokul olmadığı Için Denizli'ye gitmesi gerekiyordu. Fakat o yıl gitmesi mümkün değildi; çünkü ortaokul yatılı değildi. Bunun yanında orada bir ev ve kendisine bakacak bir kadın tutmaları lazımdı. Bu masrafı karşılayabilmek için kendisinden bir sene sonra mezun olacak amcazadesi Hüsnü Akşit'i beklemek zorunda kaldı.
Amcazadesi Hüsnü Akşit'i beklerken o sene, 1925'te, tüm Türkiye çapında okuma yazma seferberliği başladı. Millî Eğitim Müdürlüğü'nün başkanlığında başlatılan yeni yazı derslerine kaymakam, hakim, öğretmen, memur ve tüm halk katılıyordu. Bu kişilere dersler, Acıpayam Hükûmet Konağı'nda veriliyordu. Beklediği o sene içinde bu derslere katılan Baha Akşit; daha yeni Acıpayam şark Mektebi'nden mezun olduğu ve Millî Eğitim Müdürü Hulusi Bey'in de genç talebesi olmasından dolayı tahtaya kaldırılıyor, yeni yazı ona yazdırılıyordu. Önceden evlerinde kiracı olan ceza hakiminin oğlundan Fransızca derslerine başladığı için latin alfabesi ona yabancı gelmiyor; daha oradaki hakim, savcı yazmadan tahtayı dolduruyordu.
Yeni yazının öğrenilmesinin bitimiyle 14 yaşındaki Baha Akşit yeni yazı öğretmeni olarak 4 köye; Yazır, Aşağı Dodurga, Yukarı Dodurga ve Gümüş köylerine atandı. Bu köylerde 7 yaşından 70 yaşına kadar tüm halkı okutmak ve yeni yazıyı öğretmek amacıyla göreve başladı. O kış, bahara kadar yeni yazı öğretmenliği yapan Baha Akşit bu dönemi şöyle anlatmaktadır:
"Yeni yazı öğretmeni olarak tayın edildiğim bu köylerin ortasında olan Dodurga köyünde oturdum. O zaman yalnız Dodurga köyünde metruk vaziyette bir ilkokul binası vardı. O okul binasında derslere başladım. Sabahtan saat 14:00'e kadar 7 yaşından 12-14 yaşına kadarki kız ve erkek çocuklara okulda öğrendiklerimin hepsini (tarih, coğrafya, matematik vs) bir sıra dahilinde öğretmeye çalışıyordum. Öğleden sonra saat 14'ten 17'ye kadar 15 yaşında insanlarla 70 yaşına kadar olan kadınlara ders verirdim. Geceleri de yaşlı ve 15 yaşından büyük erkeklere ders verirdim. Bu durum öğretmenlik yaptığım süre içinde böyle devam etti. O döneme ait enteresan bazı vakaları nakletmek isterim; doğal olarak daha 14 yaşını ancak geçmiş bir öğretmen olarak oraya gidiyorum. Bütün öğleden sonra o köylerin ne kadar kadını varsa, 15'inden 70'ine kadar hepsi orada. Çok vakit tahtanın başına geçebilmek için, geçecek yer bulamazdım. Onlar da elleri üzerinde beni sıranın başına geçiriyorlardı. Daha çocuk yaşta oluşum ve boyumun da kısa olması sebebiyle böyle davranıyorlardı. Bu benim onuruma dokunduğu için ikinci defa gidişimde elime bir sopa aldım. Bana aynı şeyi tekrarlamamaları için sopayla yolumu açtım”.[12]
Ortaokul eğitimi
Yeni yazı öğretmenliğinin bitiminde amcazadesi Hüsnü Akşit de ilkokulu bitirmiş ve ortaokula başlayabilecek duruma gelmiştir. Baha ve Hüsnü Akşit'in Denizli'deki bakımını, yine okumak için Denizli'ye giden bir öğrenci olan Mustafa Keskin'in annesi üstlendi. Baha Akşit'in ortaokula başladığı yıllar, Türkiye ve dünyanın kriz içinde olduğu yıllardı. 1929'ların Türkiye'sinde yokluk, sıkıntı diz boyu olup; elektrik, su, gaz, ekmek lüks kabul edilen maddeler arasındaydı. Bu krizden Baha Akşit de nasibini almıştır. Ortaokul hayatı, sıkıntılarla dolu olarak geçmiştir.
Atatürk'le karşılaşması
Yurt içindeki gezilerinden birinde Denizli'ye uğrayan Atatürk, Denizli Ortaokulu'nu (şimdiki Denizli Lisesi) da ziyaret etmiştir. Bundan haberli olan okul yönetimi ve tüm sınıflar Atatürk'ün gelmesini beklemektedir. Bu sırada dilbilgisi dersinde olan Akşit, hocası Ata Lütfi'nin tahtaya yazdığı kıtayı incelemekle meşguldür. Bundan sonraki olayları, Baha Akşit şöyle anlatmaktadır:
"1931 yılında Atatürk, Denizli'yi ziyaret ederek şereflendirmişti. Bizim okula da geleceği söylenmişti. Bizim öğleden sonra dil bilgisi dersimiz vardı. Dil bilgisi dersinin hocası da Ata Lütfi isminde bir öğretmendi. Ata Lütfi bir kıta yazdırdı. Kıta aynen şöyle:
Türk
Görsen ki boğuşur hak ile kuvvet,
Haklının koluna kuvvet olursun.
Hakkın hikmetidir sendeki hikmet,
Ölsen de dirilir devlet olursun.
Aziz Hüdai
Biz Atatürk gelmeden evvel, ben hem sınıf mümessili hem de önde gelen talebelerden olduğum için, bu kıtayı çeşitli defalar gramer tahlili yapmıştık. Benim gibi gene Acıpayamlı Hancı Küçük Ömer Ağa'nın oğlu Rıza vardı. Onunla beraber bu gramer tahlillerini yaptık. O sırada gene Acıpayamlı sınıf arkadaşımız Nihat Bey'in kızı Mürüvvet tahtadaydı. Ata Lütfi Hoca, ona bunu çözdürmeye gayret ediyordu. Benim anladığım kadarıyla Ata Lütfi Hoca, Atatürk geldiğinde tahtada Mürüvvet'in olup, onun muhatap olmasını istiyordu. Bir müddet sonra Atatürk geldi. Atatürk orta boylu tahminen 1.68 boyunda, sol elinde melon şapka, saçlar pırıl pırıl sarı, keskin mi keskin bir çift göz, içeriye girdi ve akabinde o kadar uzun boylu adamlar (Vasıf Çınar, Fahrettin Altay gibi) sınıfı doldurdu. Bizim yaşımıza göre dev gibi adamlar sınıfa yerleşince hepimizin içine ürperti, bir korku doğdu. Hatta bazı sınıf arkadaşlarım bana sonra söylediklerine göre başlarını dahi yukarı kaldırmaya cesaret edememişler. Atatürk geldikten sonra sıranın başına geçti, sağ elini sıraya dayadı, siyah tahtanın önünde durdu. Kıta o siyah tahtada yazılı. Kız arkadaşımıza ne sual sorduysa, kız arkadaşımız bir Atatürk'ün yüzüne bir hocamızın yüzüne baktı, tek kelime söylemeye muktedir olamadı. Ata Lütfi Hoca'nın Cumhuriyet gazetesinde "Atatürk'e ait hatıralarım" adlı yazısında yazdığına göre "Ben sınıfımın en çalışkan öğrencisi Baha'yı çağırdım" diyor. Benim aklımda kalan, Ata Lütfi Hoca bana gözüyle baktı fakat kalk demedi. Ben, derse kaldırma manası alarak Atatürk'ün huzurunda derse kalkmanın heyecanı ile fırladım, hatta düğmelerimi yolda iliklediğimi hatırlarım. Tahtanın başına geçtim. Atatürk sordu ben cevapladım. Ben o anda Atatürk'ün ne sorduğunu benim de ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum. Daha sonra hatırladım. Bana ortaokul öğrencilerinin daha üstünde sorular sorduydu. Mesela "ism-i mekân, ism-i mana nedir?" gibi. Ben de cevaplamıştım. Daha evvel babamdan Arapça dersi aldığımı söylemiştim. Atatürk, benim bu sorular karşısında verdiğim cevaplardan çok memnun kaldı, saçımı okşadı ve gitti. Ben, heyecanımdan Atatürk'ün elini dahi öpmeyi akıl edemedim. Atatürk'ün çıkışıyla birlikte ortalık zindan oldu sanki. Gözümün önünden keskin, delici, renkli bir çift göz, yüzün silueti, saçlarının kızıl rengi adeta hafızamda nakşolmuştu. Başka bir şey görmüyordum. Atatürk'ün bakışı ve nazarları halen hafızamda yerleşmiştir. Yerime oturdum, sıraya kapandım. O bir çift göz ve yüzden başka bir şeyi gözüm görmüyordu. Hocam Ata Lütfi gelerek "Sen bu soruların cevabını nereden biliyorsun?" dedi. Ben "Affedersiniz hocam, ben soruları hatırlamıyorum ki" dedim. Ata Lütfi Hocam beni azarladı, "ukala" dedi. Atatürk'e gelince cevap verirsin hocan gelince vermezsin. Ben, hocama bir türlü heyecandan o anda soruları hatırlayamadığımı anlatamadım. Kısa bir müddet sonra sorular ve benim cevaplarım aklıma geldi. O günkü bu olayın akabinde müdür beni çağırdı ve babamı çağırmamı söyledi. Babam tabi o tarihlerde Acıpayam'da. Ona haber yolladım. Geldi, müdürle konuştu ve gitti. Ben uzun bir müddet babamın müdür ile ne konuştuğu hakkında bilgi sahibi olamadım. Milletvekili olduğum zaman, Antalya'ya teftişe gitmiştim. Orada ortaokul hocam ve müdürümüz Yusuf Ziya Bey de ikamet ediyordu. Antalya Lisesi Müdürlüğü'nden emekli olmuştu ve sağdı. Onun ziyaretine gittim. Ondan babamın ziyaretini tafsilatıyl öğrendim. Atatürk bizim sınıftan çıktıktan sonra müdür Yusuf Ziya Bey'e bu çocuğun babasını çağırtıp sorun bakalım, eğer müsaade ederse onu biz okutalım demiş. Babama bunu aktardıklarında babam, "Şimdilik oğlumu okutabiliyorum fakat ileride okutamadığım bir dönem olursa, o zaman Paşa hazretlerine müteşekkir olurum, bu hareketi dolayısıyla kendisine teşekkür ederim" demiş. Böylece Atatürk'ün beni okutması gerçekleşmemiştir. Ben ortaokulu burada 1932 Türkiye'sinde şimdiki Denizli Lisesi'nde bitirdim. O zaman lise Denizli'de açılmamıştı."[13]