Ayhan Işık, kimlik adıyla Ayhan Işıyan (5 Mayıs 1929, İzmir - 16 Haziran 1979, İstanbul), "Taçsız Kral" lakaplı Türk sinema oyuncusu,[1] yapımcı, yönetmen, senarist, ses sanatçısı ve ressam.
Hayatı
İlk yılları
Ayhan Işık, 1929 yılının 5 Mayıs sabahı altı çocuklu Selanik göçmeni bir ailenin son çocuğu olarak İzmir'in Konak ilçesi Karataş semtinde Mithatpaşa Caddesi üzerinde iki katlı tarihi bir Rum evinde, kendi anlatımıyla "Işıyan ailesinin tekne kazıntısı" olarak dünyaya geldi. 1970'lerin ikinci yarısında yazmaya başladığı ve vefatından sonra tefrika halinde yayımlanan "Hayatım" adlı hatıratlarında "Çocukluk günlerim bilinen yaramazlıklar ve onların sonuçları ile geçti. Annemi, hep telaşlandırmışımdır." diye ekler Işık.
Altı yaşındayken; "...Onunla ilgili olarak şimdi çok az şey hatırlıyorum. Ama en çok da kokusunu... Bazı geceler yanıma gelip bana sarılmasını, birlikte uyumamızı. Bir defasında balık tutmaya götürmüş, dönüşte de sırtına alıp merdivenleri çıkartmıştı. Hepsi bu... Hafızamı ona dair hep zorladım. Daha fazla şey hatırlayabilmek, hatırladıklarımı hiç unutmamak için." diyerek andığı babasını kaybeden Işık, öğreniminin ilk birkaç yılını İzmir'de, büyük bir kısmını ise yıllar önce üniversite tahsili için İstanbul'a yerleşmiş olan en büyük ağabeyi Mithat Özer'in yanında tamamlamaya başlar. Kısa birkaç yıldan sonra; çok genç yaşta kaybedilen ağabey, Işık için hayat boyu hep örnek kişilik olur. Özellikle resim alanındaki ilerleyişini hep örnek aldığını, onun vefatı sonrası evin geçimine yardımcı olmak için 12 yaşında okurken çalışmaya da başladığını belirten Işık, ilerleyen yıllarda akademideyken onun gibi üst tahsil için Paris'e gitmeyi düşlediğini de yine vefatından kısa süre önce anlatacaktır.
Eğitimi
İstanbul'da ilk önceleri zorlanan Işık daha sonraları kendisini çok güzel bir çevrede bulduğunu, verdiği röportajların birinde şu sözlerle anlatır: "Mahir İz okul müdürü, Salah Birsel müdür muaviniydi, edebiyata Rıfat Ilgaz, beden eğitimine Vefalı Kör Galip, coğrafyaya Akbaba Celal geliyordu. Daha ne isteyebilirdim ki..." Buradaki okul arkadaşlarından bazıları senarist Safa Önal, karikatürist Ferruh Doğan ve ressam - karikatürist Semih Balcıoğlu'dur. Daha sonra girdiği Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümünde Bedri Rahmi Eyüboğlu'ndan dersler alan Işık, buradaki dönem arkadaşlarıyla ise On'lar Grubu'nda yer alır. Amacı Doğu-Batı sentezini Türk resminde yaratmak; “Halk Sanatı Kaynaklarına Eğilmek”, tekniği ise “Renkçi ve Lekeci” olan grupta dönem arkadaşlarından Fikret Otyam, Altan Erbulak, Remzi Raşa, Adnan Varınca, Nedim Günsür, Orhan Peker, Turan Erol ve liseden beri dostları olan Semih Balcıoğlu ile Ferruh Doğan'la yer alır. Verdiği röportajların birinde daha çok empresyonizm akımının etkisinde kaldığı söyleyen ve bu anlamda da en çok Claude Monet'ten etkilendiğini belirten Işık, bir süre Bab-ı Ali'de ressam olarak çalışır fakat 1952 senesinde Yıldız Dergisi'nin açtığı yarışmaya girmesiyle resim hayatındaki geri planına itilerek sinemaya doğru yönelişi başlar. Yarışmayı birincilikle kazanarak sinemaya geçer. Bir sene sonra, 1953 senesinde ise Güzel Sanatlar Akademisi Resim bölümü Yüksek kısmından mezun olur.
Kariyeri
İlk filminde şair, senarist ve yönetmen Orhon Murat Arıburnu ile gerçekleştirdiği çalışmanın ardından, ikinci filminde Türk Sineması'nda Geçiş Dönemi'ni bitiren ve Sinemacılar Dönemi'ne giriş yapıtı olarak kabul edilen Lütfi Ömer Akad'ın Kanun Namına filmiyle büyük ün kazanır. Akad "Işıkla Karanlık Arasında" adlı otobiyografi kitabında şöyle bahseder:[2] "Osman Seden’in burada da gözü kara. Hiç tereddüt etmiyor, en iyi oyuncuları arıyor... Baş oyuncu olarak Ayhan Işık adında birinden söz ediyor. Tanımıyorum, “Sen gördün mü?” diyorum. Geçen yıl Yavuz Sultan Selim ve Yeniçeri Hasan adında bir filmde görmüş, boylu poslu, yakışıklı. Oyun yeteneği hakkında hiçbir fikri yok. Bir görelim diyoruz. Yazıhanede buluşuyoruz. Gerçekten dediği gibi, boylu poslu ve yakışıklı, kibar ve terbiyeli. Güzel Sanatlar Akademisi'nde resim eğitimi görmüş. Babıali'de resimli roman çiziyor. Yıldız adlı sinema dergisinin “Geleceğin Oyuncuları” yarışmasında birinci seçilmiş. Ama bu yarışma akademik bir yarışma değil. Oyuncu adayları önceden hazırladıkları bir oyun bölümünü jüri önünde sergilemiyorlar. Jürinin baktığı sadece görünüş... İkimize de uygun geliyor."
"İşin kolayca akıp gitmesi gerek. Ama gitmiyor. Baş oyuncumuz Ayhan'a takılıyorum. Karşısındaki oyuncular deneyimli, Gülistan Güzey’le Neşe Yulaç. İkisi de Şehir Tiyatrosu’nda. Onların oyunlarını rahat çözümlemelerinin Ayhan’a yardımcı olması gerek, ama olmuyor. Oyun gereği büyük hareketler, sağa sola gidişler yok. Oyuncuların çelişkili iç dünyalarını belirtmeleri gerek. Ama bu, Ayhan’da yalnız sözde kalıyor. Osman (Seden) çoktan yanımızda değil, uzakta, elinde ince bir dal, otlara vurarak dolaşıyor. Öğle paydosunda ondan uzakta durmaya bakıyorum. Sorunumu nasıl çözeceğimi düşünüyorum, aklıma gelenlerin hiçbiri tutarlı değil, hele oyuncuya nasıl oynayacağını göstermeye kalkmak olacak şey değil. Öğleden sonraki çalışmada yeni denemelere girişiyorum, doyurucu bir sonuç alamadan işi bitiriyoruz."
Film bittikten sonrasına da şöyle değinmiş Akad: "Kanun Namına giriyor sinemalara. Büyük bir iş yapıyor. Ayhan Işık, birden tartışmasız bir yıldız oluyor. İşte o zaman, oyuncu olmayan birinden bir sinema oyuncusu yarattığımı görüyorum ve sinemanın gerçekte ne olduğunun bilincine varıyorum, bu da benim artık bir yönetmen olduğumu kanıtlıyor."
Yaşamının ilerleyen dönemlerinde resim çalışmalarına ara ara devam etse de sinema artık birinci önceliği haline gelmiştir. Lütfi Akad ile 1950'lerde İngiliz Kemal karakterini oynayarak İngiliz Kemal Lawrense Karşı, Katil, Öldüren Şehir, Vahşi Bir Kız Sevdim, Kardeş Kurşunu filmlerini, Atıf Yılmaz ile Şimal Yıldızı, Osman Seden ile de 1957'de Bir Avuç Toprak filmini yapan Işık, 1959 yılında Hollywood’a giderek şansını bir de orada denemek ister. Fakat buradaki filmlerde çalışamaz. Bunun nedeni sorulduğunda "Benim gibi orada 5bin kişi sıra bekliyor. Ayrıca çok da marifetleri var. Zıplayıp havada iki takla atıyorlar. Hem de ana dilleri gibi İngilizce konuşuyorlar. Bize orada ekmek yok." diyerek açıklar. Işık, 60'ların başında Vedat Türkali'nin senaryosunu yazdığı Otobüs Yolcuları filmiyle Yeşilçam'a dönüş yapar. Arkasından Akad ile son çalışması olacak olan ve Orhan Kemal'in bir romanından yine Vedat Türkali'nin senaryolaştırdığı Üç Tekerlekli Bisiklet filmini çevirir. Işık yine bu dönemlerde çevirdiği Küçük Hanım seri filmleriyle de halk tarafından oldukça beğenilir ve devam eden dönem içerisinde Taçsız Kral unvanını kazanır. 1970'li yıllarda yeni bir moda rüzgârıyla film yıldızları peş peşe sahneye çıkmaya, plaklar doldurmaya başlar. Kendisi de bu modaya uyar ve Münir Nurettin Selçuk'tan dersler alarak Klasik Türk müziği dalında sahneye çıkar ve bir tane 45'lik plak doldurur. Yeteneğiyle göz doldurmayı başaran Işık, sinemada dram, politik, romantik, komedi, macera ve diğer tarzlarda örnekler sunar. 140 kadar film çevirir. 1975'ten itibaren yapımcı, yönetmen ve senarist olarak Türk sinemasına katkıda bulunan Işık bu senelerde İtalyan yapımcılarla yaptığı ve başrolünü de Klaus Kinski ile paylaştığı La Mano Che Nutre La Morte ve Le Amanti Del Mostro filmlerini yapar. Filmler İtalya'da ve Avrupa'nın bazı ülkelerinde vizyona girer, fakat Türkiye'de sansüre uğrar ve Türk seyircisiyle hiçbir zaman buluşamazlar.
Oyuncu hakları üzerine
Ayhan Işık bahsedilmeyi bir hayli hak eden bu konuya dair verdiği demeçlerinden birinde şunları söyler:
''Türk sinemasının Batı ülkelerindeki çağdaş sinemacılık düzeyine çıkabilmesi için, her şeyden önce ayrıntılı bir 'Sinema Kanunu' gereklidir. Bu kanun, profesyonelce sinema yapmaya ehil sahibi kişilerin kimler olduğunu, bunların karşılıklı hakları ve yükümlülüklerini madde madde tanımlamalıdır.
Kanunla birlikte bir de 'sendika' ve 'sigorta' konusu ortaya çıkacaktır. Bunlar da mutlaka devlet eliyle çözüme kavuşturulmalıdır. Sendika üyeliği ve sigortalandırma sayesinde bütün sinema emekçilerimizin hayatları garanti altına alınacaktır. Gözlerimizi Batı ülkelerine, özellikle de ABD'ye çevirdiğimiz zaman bu konudaki birikimlerin bu yönde olduğunu görüyoruz.
1958'de Hollywood'a gittim, orada yaklaşık bir yıl boyunca bizim mesleğin ne tür kurallara bağlı olarak yürütüldüğünü gözlemledim. Dışarıda film oyuncularına emekleri karşılığında vadeli senetler vermek gibi tuhaf uygulamalar yoktur, çalışma ve dinlenme saatleri titizlikle kontrol altına alınmıştır. Sendika bütün çalışmaları denetler, piyasada hak ihlali yaratacak işlerin yapılmasına engel olur.
Eğer ki Yeşilçam'ın gelecekte genç insanları acımasızca yiyip yutan dev bir sömürü mekanizmasına dönüşmesini istemiyorsak, ne yapıp edip bir 'Sinema Kanunu' çıkartmalı, ciddi bir sendika kurmalı ve bütün personelin daha mesleğe ilk adımını atar atmaz sigortalandırılması için gereken kanunî baskıyı işverenler üzerinde kurmalıyız. Ben kendi adıma film setlerinin bu ülkede hem oyuncular, hem yönetmenler, hem de diğer teknik elemanlar için birer zulüm çekme yeri değil de profesyonel bir iş sahasına dönüşmesi için elimden her ne gelirse yapacağım. Sinemacılık asla modern bir kölelik sistemine dönüşmemelidir. Sinema bir sanat, sinemacı da bir sanatçıdır; buna yakışır muamele görmelidir.'
Işık'ın kariyeri boyunca oluşturup ilke edindiği çalışma prensipleriyle bilinir. 1963'te aktör dostu Suphi Kaner'in Prodüktör Cemiyeti'nin bildirisiyle bilinçli ve organize bir şekilde işsiz bırakılmasıyla intihara sürüklenişi sonrasında prensiplerini daha da katılaştırır. Sette çalışılacak başlangıç ve bitiş saatlerinin belli olması, pazar günü hiçbir surette çalışılmaması, sete belli saatlerde doyurucu ve kaliteli yemek getirtilmesi, sözleşmede belirtilen çalışma gün sayısında artış olduğunda oyuncuya ve teknik personele mutlaka ekstra ödeme yapılması, kalabalık ve tehlikeli setlerde doktor-ambulans bulundurulması, bir oyuncunun filminin galasına katılıp katılmamaya kendisinin karar vermesi gibi temel konularda prensipler oluşturmuştu. Bu prensipleriyle kariyerinin en başından beri prodüktörlerce tepki toplayan ve A-kalite filmlerin dışında bırakılmaya çalışılıp bu anlamda da çoğunlukla başarılı olunan Işık'a karşı yeni ve koşulsuz çalışılabilecek rakiplerin yaratılması adına özellikle 1960'ların ilk yarısında dönemin ünlü dergilerinin düzenlemiş olduğu yarışmalarla sinemaya yeni isimler kazandırılır. Ne var ki halkın ilgisi nedeniyle prodüktörlerce ekarte edilemeyen Işık'ın, starlık sisteminde edindiği konumun da kendisine verdiği güçle oyunculuk haklarına kazandırdığı bu edinimler kendisinden sonra gelecek birçok oyuncu için de mihenk taşı olur. Örnek alınarak Türk Sinemasında bu kazanımların yaygınlaşmasına öncülük eder.
Lütfi Akad "Işıkla Karanlık Arasında" kitabında 1962 yapımı Üç Tekerlekli Bisiklet filminin çekimlerinden şöyle bahseder: "Bir sabah iş yerine gittiğimde, çekim alanı çalışanlarının öyle avare oturduklarını görüyorum "Ne oluyor böyle?" diyorum. "İş paydos dediler abi," diyorlar. Yukarıya, Nusret İkbal’in yanına çıkıyorum, "Hayrola Nusret bey?" diyorum, ellerini ovuşturarak omuzlarını kaldırıyor, "Ayhan Işık," diyor, "bize on beş gün vermişti, günü bitince gitti. Sana söylemedim galiba, unutmuş olacağım." Donup kalıyorum. "Hayır söylemediniz, bilseydim ona göre davranırdım." Kısa bir süre sessiz kalıyoruz, sonra "şimdi ne olacak?" diyorum. "Bekleyeceğiz ister istemez. Şimdi işler eskisi gibi değil, baş oyuncular artık gün veriyorlar." ... Aslında Ayhan Işık, bu işe girdiği ilk günden beri kusursuz, titiz bir çalışma tutturmuştu. Birlikte çalıştığımız dokuz filmde bir tek gün aksaklık çıkardığını anımsamıyorum. Olaya onun açısından bakınca, akıp giden zamanı çıkarına en uygun biçimde parsellemesini anlayabiliyorum, ama bir filmi bitmesine ramak kala bırakacak bir kesinliği kabullenemiyorum."
Ressamlığı
Ayhan Işık "Güzel Sanatlar Akademisi"nin grafik bölümünde resim eğitimi almıştı. Akademide Semih Balcıoğlu ile sınıf arkadaşı olduğunu da bir röportajında belirten belirten Işık.[3] henüz sinemaya geçmeden önce dönemin bazı çocuk dergileri ve Türkiye Yayınevi'nin çıkarttığı çeşitli yayınlar için çizdiği karikatürler ve çizgi romanlarla profesyonel olmuştu. ABD'ye yerleşip orada otomobil tasarımları çizmeyi de düşleyen Ayhan Işık'ın 1950'lerden itibaren resimlediği ve yazdığı bir takım aşk romanları Yeni İstanbul Gazetesi'nde çizgi roman tefrikaları halinde günlerce yayımlandı. Bu resimli romanlardan biri de 1966 yılında aynı gazete tarafından derlenip albüm haline getirilerek yayımlandı. "Aşka İnanmıyorum" adlı bu çizgi roman albümünün kapağında Ayhan Işık'ın bir fotoğrafı yer almaktadır. Bu fotoğrafın aşk romanının konusuyla bir ilgisi yoktu, ama yayınevinin artık ünlü bir sinema oyuncusu olan Ayhan Işık'ın ününden yararlanmak amacıyla bu fotoğrafı kullandığı açıktır.[4][5]
Ölümü
13 Haziran 1979 sabaha karşı Selimpaşa, Kıyıkent'teki yazlık evinde şiddetli baş ağrısı ve kusma ile uyanır. Yatırıldığı klinikte anevrizma rüptürü sonucu beyin kanaması tanısı koyulan Işık kurtarılamaz ve üç günlük koma sürecinin sonunda 16 Haziran 1979'da yaşama veda eder. Mezarı Zincirlikuyu Mezarlığı'ndadır.